Masal

Fatmacık ile Yusufçuk

Fatmacık ile Yusufçuk

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde. Vay neler varmış vay neler varmış. Develer tellallık yapar, pireler davul çalarmış. Cinler cirit oynar, periler şarkı söylermiş. Sonra efendime söylüyeyim. Allah’ın kulu çokmuş. Nar gibi kızaran, ahına yanan kızlar, delikanlılar pınar gibi kaynarmış.

Böyle bir zamanda, bir Fatmacık ile Yusufçuk derler ala gözlü, yay kaşlı, ahu bakışlı iki kardeş varmış. Bunların da zalim mi desem zalim, Azrail’den beter bir üvey anaları varmış, başlarına yapmadığını bırakmamış. En sonunda kızmış, çocukları yok etmenin yollarını aramış. Kıymaya karar vermiş bu canlara da, tutmuş, Fatmacık ile Yusufçuğu bir kafese atmış. Meğer insan eti yermiş bu canavar kadın. Aklına esmiş, besliyeyim bunları da olsunlar semiz, yedikçe etleri doyursun midemi bir temiz diye, düşünmüş. Çocukları kaz gibi her gün kafeste haplıyarak bir iyice beslemiş. Zaman geçmiş, çocuklar gelişmiş. Gayrı kesilir, etleri yenir duruma geldi demiş üvey anaları da, önce bir yuvmak istemiş onları Salmış pınara çocukları.

Fatmacık ile Yusufçuk, serbest kalınca koşmuşlar kırlara. Dere dememişler, geçmişler. Dağ taş dememişler kuş gibi uçup pınara gelmişler. Bir avuç su yüzlerine alıp derinden bir oh çekmişler. Tabiattır dert ortağımız, akan gözyaşlarımız; sevinç gözyaşlarımızdır demişler. O sırada da nur yüzlü, saçlarına ak düşmüş ihtiyar, yaşlı bir kadıncağız görmüşler. Kadıncağız hafiften doğrulmuş, bakmış çocuklara, gözler yaşlı. Dayanamamış, ağlamış, yüreği bir iyice dağlanmış. Koşmuş çocuklara, almış onları yanına. Ey kara gözlü, yay kaşlı yavrular, duydunuz mu sizin evde neler oldu demiş de çocukların ilgilerini iyice çekmiş. Başlamış bir bir anlatmaya. Anlattıkça ağlamış, dağ taş yerinden oynamış. Canavar ananın plânı iyice anlaşılmış. Çocuklar şaşmışlar, kanlı gözyaşları dökmeye başlamışlar. Bu sırada bütün ağaçlar eğilmiş, kuşlar gelmiş de çocukların dert ortağı olmuş. Ak saçlı ihtiyar kadın onlara üç yol göstermiş. Ama hep geyik izinin olduğu yoldan gideceksiniz demiş. Yola çıkmadan önce de bir iğnelik, baltalık, usturalık, tarlalık, bir de susak su almayı unutmayın demiş. Babanızın size ermesini istemiyorsanız gün batıncaya kadar bunları yapın diye de sıkı sıkı tenbih etmiş. Çocuklar söyleneni yapmışlar.

Eee… Hayli zaman geçmiş. Dünya bu etme bulma dünyası derler, eskiler böyle söylerler. Eden bulurmuş, zalim anayı yavrularının başına musallat eden baba da bulmuş Babaları koşarak arkalarından gelirmiş. Fatmacık susaktaki suyu dökmüş, dökülen su deniz olmuş. Baba da bu denizde boğulmuş. İki kardeş az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bakmışlar arkalarına da bir arpa boyu yol gittiklerini görmüşler. Sel olup dağları aşmışlar, yel olup okyanusları geçmişler, kan ter içinde bu ulu düzlüğe gelmişler. Oturmuşlar, konuşmuşlar, konan kuşlara bakmışlar. Gidecekleri yolu bir iyice kararlaştırmışlar. Sona kalkıp yola koyulmuşlar. Yedi yılla bir gün gitmişler, varmışlar Hindistan’a. Sıcak bir ülke imiş Hindistan, yanmışlar, iyice de susamışlar. Yusufçuk dayanamamış, “su su” diye Fatmacığın yüzüne bakmış. Fatmacık ne yapacağını şaşırmış, aman kardeşim burada geyik izlerinden başka yerde su yok, sakın içeyim onlardan deme, diye öğüt vermiş. Arkasından da geyik izinden içersen geyik olursun, hayvan izinden içersen hayvan olursun demiş. Ama Yusufçuk çok küçük bir çocukmuş, fazla dayanamamış, geyik izinden su içmiş, geyik olmuş. Fatmacık yalnız kalmış, şaşkınlık içinde oturmuş ağlamış, kara taşa dert yanmış da derdine yanan olmamış. Ağaçlara, ağaçların dallarına, dallara konan kuşlara seslenmiş de yine ses veren olmamış. Bağrı yanmış, saçını yolmuş, ak günün aklığında, kara gecenin belirtileri başlamış. Gecedir bu, yalnız korkulur, taş yürekli olsa bile kişi, yüreği burkulur. Fatmacığın da yüreği burkulmuş, içine bir korku iyice dalmış. En sonunda bir kavak ağacının tepesine çıkmış. Geceyi uykusuz gözlerle geçirmiş. Yıldızlar arkadaşı, ay dert ortağı olmuş.

Sabahın alaca karanlığında içi dolmuş. Uykulu gözlerle olduğu bir sırada, on sekizinde nevcivan bir delikanlı gelmiş. Pembe yanaklarında güller açar, pazularında yaylar kırılırmış. O sırada bir deniz olmuş. Suyu berrak mı berrakmış. Delikanlı oltayı denize atmış. Fatmacık da denize düşüp oltaya takılı kalmış. Delikanlı oltayı çıkarmaya başlamış, işte o sırada Fatmacık heyecanla uyanmış, meğer bu gördüğü bir rüya imiş. Rüya olmasaydı da gerçek olsaydı diye yanmış. Hayırdır inşallah, hayırlı sabahlara Allah’ım diye dua etmiş. Sabırsızlıkla beklemiş şafağı. Sökmüş gün, tepeler al kızıl olmuş. Fatmacık gözlerini ufuklara dikmiş. Şimdi ne yapmalıyım diye kendi kendine kuramlar kurmaya başlamış. O sırada da gözün alabildiğine uzaklardan bir atlının doludizgin geldiğini görmüş. Atlı doludizgin gelirken tozu dumana katarmış. Meğer her sabah atını bu kavağın altındaki pınarda sularmış.

Atlı delikanlıymış. On sekizinde ya varmış ya yokmuş. Nevcivan, tuvana1 bir delikanlıymış. Gözleri güler, kızaran yanaklarında güller açarmış. Ağzında dudakları bir gül goncası gibi imiş. Karanfil bıyıkları yeni terlemiş, elâ gözleri sanki sürmeli gibi imiş. Kirpikleri ok gibi olup, görenlerin kalbinde yara açarmış. Sürmeli keklik gibi hop hop hoplar, kanı kaynarmış. Fatmacık bakmış, rüyasında gördüğü delikanlı değil mi? Bakmış bakmış da sevdasına yanmış. Kanı delikanlıya bir iyice kaynamış. Bu sırada da delikanlı atı pınara sürmüş. At kafasını eğmiş, birden bire ürkmüş.
Delikanlı şaşmış, hayvana da ne oldu diye kızmış, sonra da başını bir yukarıya ne var diye kaldırmış. Bir de ne görsün. Şaşırmış, atına desene be atım, havaya bakan al, yere bakan mal bulur; sen de malı bulmuşsun da benim haberim yokmuş, diye seslenmiş. Kız da güzel mi güzelmiş. Yay kaşlı, elâ gözlü, ayın on dördü gibi bir kızmış. Yanakları kızarmış, al atlastan ateş olmuş. Oğlan kıza, kız oğlana vurulmuş da dönmüşler Leyla ile Mecnun’a.

Fatmacık hemen aşağı inmek istemiş ama nasıl ineceğini bilememiş. Bu sırada gökten bir kuş gelmiş, hey delikanlı, kavağı kes demiş. Fatmacığın aklına bu sırada balta gelmiş, atmış baltayı aşağı. Delikanlı almış baltayı, sallamış kavağa da balta kırk demiş, kırkıncı balta da kavağı yerle bir etmiş. Fatmacık koşmuş delikanlıya, delikanlı basmış Fatma’yı bağrına, sarmış kolları ile incecik belinden de atmış atına almış getirmiş kızı bir kuş gibi anası ile babasının yanına. Ama işler bitmemiş, o sırada bir çingene kızı çıkagelmiş. Aklına Fatmacığın iğne gelmiş. Bakmış olmıyacak, karanfil bıyıklı delikanlısından olacak, çıkarmış iğneyi, batırmış çingene kızına. Çingene kızı yere serilmiş, iki dakika geçmeden bir kuş olup uçup gitmiş. Delikanlı ile Fatmacık şaşkınlık içinde bakışmış.

Aradan bir zaman geçmiş, kuş her sabah gelip evin penceresine konmaya başlamış. Her konuşta da bir kerecik Yusufçuk diye seslenirmiş. Böylece kanayan kalbini yanık yanık öterek dile getirmiş. Aradan yine bir müddet geçmiş, bu sefer kuş iyice dile gelmiş. Her sabah gelir, delikanlının penceresinde şöyle seslenirmiş: Hey bey oğlu bey oğlu, akıttın kanımı, narıma yanasın dermiş. Delikanlı hem şaşırmış, hem de şüpheye düşermiş. Derken canına tak demiş, kuşu yakalatıp kesmiş. Ne var ki akan kandan bir söğüt bitmiş. Etrafı tarlalık olmuş. Fatmacık oradan geçerken dalları eğilir, yüzüne serinlik verirmiş. Delikanlı geçerken yukarı kalkar, sıcak bir alev saçarmış. Neden sonradır ki Fatmacığa yol gösteren ak saçlı ihtiyar ninecik çıkagelmiş. İşte o sırada delikanlı kaval yapmak istemiş. Fatmacık usturayı delikanlıya vermiş. Delikanlı söğüten bir dal kesmiş, kesilen dal güzel bir kız olmuş.

Kalan söğüt gövdesine nine bakmış gövde yerinden oynamış, Yusufçuk olmuş Herkes şaşmış bu işe, baş göz etmek düşmüş delikanlı enişteye. Delikanlı enişte, onları başgöz etmiş. Yusufçuk da onları af etmiş. Fatmacığın düğünü de o zaman birlikte olmuş. Düğünler çifter kurulmuş, davullar çifter vurulmuş. Sofralar çifter konulmuş misafirler çifter çifter sofraya oturmuş da bu düğünler kırk gün kırk gece sürmüş.

Gökten üç elma düşmüş, bir ateşmiş, aşklarını dile getirmiş. Biri muratmış, evlilik demekmiş. Biri hayat demekmiş, yaşamaya delâlet edermiş. Bunlar da ancak Tanrı’nın sevgili kullarına gelirmiş. Bunlara da böyle kişilermiş ki, bu üç elma onlara gelmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

DERLEYEN :
Numan KARTAL

KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1966, sayı: 204

¹Tüvana: Kuvvetli, dinç, canlı

Şunlar da hoşunuza gidebilir