Evvel evvel iken, deve tellâl iken, pire bakkal, kedi berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken masal dinleyen çok, anlatan hiç yokmuş. Derken efendim bir padişah ile üç oğlu varmış. Oğlanların üçü de evlenme çağına gelmişler. O memleketin âdeti evlenecek olan bir kimse “Cop”¹ atar, “Cop” kimin evine düşerse, o evin kızını alırmış. Padişahın oğulları da bu âdet üzerine “Cop” atmaya başlamışlar. İlk önce büyük oğlan atmış. “Cop” baş vezirin konağına düşmüş. Baş vezirin kızını alıp konağın birine kasılmış. Sonra ortanca oğlan atmış. O’nun “Cop”u da küçük vezirin konağına düşmüş. O’nun kızını alıp, o da, bir konağa kurulmuş. Sıra küçük oğlana gelmiş. O da diğerleri gibi “cop” u fırlatmış. “Cop” gide gide bir çeşmenin yanındaki kumluğa saplanmış. Koşup “cop”u almaya gitmiş. “Cop”un yanına varınca bir de bakmış ki bir kaplumbağa kabuğu, “Eh bu da bizim nasip.” deyip, kabuğu almış. Eve gelince bir bakraca koyup, evin bir tarafına asmış. Ferdası² gün kalkıp, işine gitmiş. Akşam eve dönünce bir de bakmış ki ne görsün? Ev tertemiz süpürülmüş. Eşyalar yerli yerine konmuş. Evin içine öyle bir güzellik gelmiş ki görenlerin bir daha göresi gelecek Yemekler o kadar lezzetli pişmiş ki yiyenlerin tadı damağında kalacak. Padişahın oğlunu almış bir düşünmek. “Acaba bu evi böyle tertip eden kim, bu yemekleri bu kadar lezzetli pişiren kim” diye. Ne kadar düşünmüş ise de bir türlü bu muammayı çözememiş. Sabah olunca yine işine gidiyor. Akşamüzeri eve dönünce aynı şekilde evin süpürüldüğünü yemek takımlarının temizlendiğini, yemeklerin pişirildiğini görmüş. O zaman kendi kendine “Dur bakalım, yarın ne olacak.” demiş. Üçüncü gün de aynı hadise ile karşılaşınca hayreti son raddeye varmış. “Ben bunu, bir kocakarıya açayım. Bakalım o ne diyecek.” demiş. Kalkmış, bir kocakarıya gitmiş. Ona her şeyi anlatıvermiş. Kocakarı da “Sen sabah olunca falan yere gideceğim der, evden çıkarsın. Sonra gelir evin bir tarafına gizlenirsin. Böylece eve kimin geldiğini, söylediğin işleri kimin gördüğünü (yaptığını) öğrenirsin.” demiş. Padişahın oğlu da kocakarının nasihatini tutmuş. Sabahleyin yataktan kalkıp, giyindikten sonar “falan yere gideceğim” demiş ve evden çıkıp gitmiş. Biraz sonra eve gelmiş ve evin bir tarafına gizlenmiş. Tam bu sırada ay tekeri (aynı on dördü) gibi kız kabuktan çıkmış. Eli kolu sıvayıp, temizlik yapmağa başlamış. Her şeyi temizleyip, yerleştirdikten sonra yemeği pişirmiş. İşi bitince kapıları kapatıp, kabuğuna girmek istemiş. Fakat oğlan hemen yetişmiş Kapıda ikisi de karşı karşıya gelmiş. Kız ne tuttuğunu bilememiş. Oğlan: “Sen miydin o?” deyip kızı kucaklamış. Bir taraftan da bakraca koşmuş. Kabuğu alıp ateşe atmak isteyince, kız: “Yakma kabımı başın belâdan kurtulmaz, yakma kabımı başın belâdan kurtulmaz, Yakma kabımı başın belâdan kurtulmaz” diye üç kere söylemişse de O dinlememiş, kabuğa aldığı gibi ateşe attığı bir olmuş.
Sabahleyin gelin güveyi Padişah babalarının elini öpmeye gitmişler, Padişah gelini görünce aklı başından gitmiş. Nasıl aklı başından gitmesin ki? Onun gibi bir güzele ömrü hayatında rastlamamış. Onun gibi bir güzelin varlığını cihan duymamış bile. Hemen gönlünü kaptırmış. O’na âşık olmuş. Ne yapıp, Onu oğlundan almaya karar vermiş. Bunun için de bir bahane bulmuş, Maksat oğlunu öldürmek. Oğluna: “Sen kal gelin gitsin. Sana söyleyeceklerim var.” demiş. Gelin eve dönmüş. Baba oğul baş başa kalmışlar. Padişah: Oğlum annen öldüğü zaman parmağında altın bir yüzük gitti. Onu alıp geleceksin. Alıp geldin iyi, alamazsan, başını cellâtlara vurdururum.” demiş. Oğlan ne yapsın. Padişah bu. Oğul mu dinler? Astığı astık, kestiği kestik. Karşı gelinmez ki. Boynunu büküp huzurdan ayrılmış. Eve gelince kara kara düşünmeye başlamış. Bunu gören karısı: “Ne düşünürsün, yoksa baban bir şey mi söyledi?”demiş. Oğlan da : “Sorma demiş. Babam, annem öldüğü zaman parmağında altın bir yüzük gitti. Onu alıp geldin iyi, alıp gelmezsen başını cellâtlara vurdururum diyor.” demiş. Karısı ise: “Ben sana söyledim mi” Yakma kabımı başın belâdan kurtulmaz diye. Dinlemedin, yaktın. Görün mü şimdi? Neyse, bir kere olan oldu. Sen hiç üzülme, çaresini buluruz.” demiş ve ilâve etmiş. “Kabuğu aldığın çeşmeye gidersin, analık, analık dersin. Analık demeye utanırsan “Göden Kurbağası” dersin. Kızının selamı var, büyük kutuyu değil de küçük kutuyu vereceksin dersin. O, getirip sana verir. Sen de mezarlığa gidersin. Kutuyu açınca bütün mezarlar açılır. Gider annenin parmağındaki yüzüğü alırsın. Sonra da kutuyu kapatırsın. Kutu kapanınca mezarlar da kapanır. Sen de gelir, yüzüğü babana verirsin.” demiş. Oğlan da, ferdası günü kalkıp, çeşmeye gitmiş. Etrafına bakınmış. Kimseler yok. Kendi kendine utanmış. Sonra cesaretlenerek, “Analık analık, Kızının selâmı var, büyük kutuyu değil de küçük kutuyu vereceksin.” demiş. Taşların arasından lark lark ederek bir “Göden Kurbağası” çıkmış. Kutuyu getirip vermiş. Kutuyu alan oğlan, soluğu mezarlıkta almış. Kutuyu açmış. Bütün mezarlar birdenbire açılıvermiş. Oğlan da mezarlığa girmiş. Karşısına bir kadın çıkmış. Dağlar kadar ekmek pişirdiği halde durmadan “acıktım acıktım acıktım!” dermiş. Ses çıkarmadan oradan geçmiş. Bu sefer karşısına bir kadın daha çıkmış. Önünden buz gibi soğuk bir arık³ geçtiği halde o da “susadım susadım susadım!” diye inlermiş. Onu da geçmiş. Karşısına bir kadın daha çıkmış. Bez dokuyormuş. Bez topları dağ gibi yığıldığı halde yine “Üşüdüm üşüdüm üşüdüm!” dermiş. Onu da geçmiş. Anasının mezarına gelmiş. Anasının parmağından yüzüğü almış. Bez dokuyan kadının yanına gelmiş. “Aman teyze! Habire üşüdüm üşüdüm üşüdüm diyorsun. Üşüdüm diyeceğine şu toplardan bir tanesini al da, bir kat çamaşır dikin giy.” demiş. Kadın: “Ah oğlum! Ben dünyamda bir kuloğluna bir parçacık olsun bir yamalık dahi vermezdim. Şimdi burada da bana dağlar gibi bez dokudukları halde bir parçasını vermiyorlar.” cevabını vermiş. Oğlan: “Ya!” deyip ondan ayrılmış. “Susadım” diyen kadının yanına varmış. Kadına: “Aman be teyze! Habire susadım susadım susadım diyorsun. Susadım diyeceğine eğiliversen de şu buz gibi akan arıktan kana kana su içsene.” demiş. Kadın: “Ah oğul demiş. Ben dünyamda bir kuloğluna bir yudum su vermezdim. Şimdi burada da bana vermiyorlar.” Cevabını vermiş. Ona da “Ya!” deyip geçmiş. Sıra ekmek pişiren kadına gelmiş. Yanına varınca: “Aman be teyze! Habire acıktım acıktım diyeceğine pişirdiğin ekmeklerinden alıp da yesen olmaz mı?.” demiş. Kadın: “Ah oğlum! Demiş. Ben dünyamda bir kuloğluna bir parça olsun yanık ekmek dahi vermezdim. İşte burada da bana vermiyorlar” demiş. Oğlan da: “Ya!” deyip mezarlıktan çıkmış. Kutuyu kapatmış. Bütün mezarlar da kapanmış. Yüzüğü getirip babasına vermiş.
Oğlunun, yüzüğü getirdiğini gören Padişah, başka bir bahane bulmuş. “Oğlum demiş. Devler ülkesinde dedelerinden kalma altın bir eyer var. Onu alıp geleceksin. Alıp gelmezsen başını cellâtlara vurdururum.” demiş. Oğlan ne yapsın. Emir bu. Mutlaka olacak. Yine boynunu bükmüş ve huzurdan ayrılmış. Eve gelince yine kara kara düşünmeye başlamış. Karısı sormuş : “Niye böyle düşünürsün, yoksa baban bir şey daha mı söyledi?” demiş. Kocası da: “Babam bu kez de devler ülkesinde dedelerinden kalma altın bir eyer var. Onu alıp geleceksin. Alıp gelmezsen başını cellâtlara vurdururum, diyor. demiş. Karısı da: “Ben sana demedim mi? Yakma kabımı başın belâdan kurtulmaz. Neyse sen merak etme. Bunun çaresini de buluruz. Buradan çıkarsın, gide gide bir çeşmeye varırsın, kanla irin akar. Ne güzel çeşme, ne güzel çeşme, ne güzel çeşme der, üç yudum içersin. Ondan sonra karşına bir armut ağacı gelir. Ne güzel armut, ne güzel armut, ne güzel armut der, dalını incitmeden bir tane alır cebine korsun, bir tane alır, onu da yersin. Yine yoluna devam edersin. Derken karşına büyük bir kapı gelir. Ne güzel kapı, ne güzel kapı, ne güzel kapı dersin. Kapı ardına kadar açılır. O zaman eyeri alır kaçarsın.” demiş. Oğlan yola devam olur. Az gider, uz gider, dere tepe düz gider. Günün birinde bir çeşmeye rast gelir. Öyle bir çeşme ki su yerine kanla irin akar. Değil içmek, yüzüne bakmaya bile insan iğrenecek. Fakat oğlan, bu kadar tiksinilecek olan şeyi burnunu kırıştırmadan: “Ne güzel çeşme, ne güzel çeşme, ne güzel çeşme.” diyerek üç yudum içmiş. Tekrar yoluna devam etmiş, git bunda, gel bunda derken meyvesinden dalları yıkılacak raddeye varan bir armut ağacına rast gelmiş. “Ne güzel armut, ne güzel armut, ne güzel armut.” diyerek iki armut almış. Birini yemiş, birini de cebine koymuş ve yoluna devam etmiş. Gide gide kocaman bir kapıya rastlamış. “Ne güzel kapı, ne güzel kapı, ne güzel kapı.” deyince kapı birden bire ardına kadar açılıvermiş. Oğlan da etrafına bakmayarak ileriye atılmış. Elma ağacının dibindeki eyeri aldığı gibi arkasına döndüğü bir olmuş. Eyerin alındığını gören devler koşmuşlar. Kapıya “tut kapım!” demişler. Kapı: “Neye tutayım. Şimdiye kadar gelip geçtiniz de bir kerecik olsun, ne güzel kapı demediniz.” demiş. Oğlanın kapıdan geçtiğini göre devler “Tut armudum!” demişler. Armut da “Neye tutayım. Şimdiye kadar yiyip içtiniz de bir kerecik olsun beni incitmeden ne güzel armut deyip armudumu yemediniz.” demiş. Oğlan armuttan da geçmiş. Devler bu sefer çeşmeye: “Tut çeşmem!” demişler. Çeşme ise: “Ne tutayım. Bunca zamandır suyumu içtiniz. Hâlbuki bir kerecik olsun ne güzel çeşme demediniz “ demiş. Oğlan çeşmeyi de geçmiş. Eyeri getirip babasına teslim etmiş.
Padişah oğlunun eyeri de getirdiğini görünce başka bir hile daha düşünür. Der ki: Oğlum bu kış mevsiminde yemyeşil yapraklı, üzeri çiğli, yeni devşirilmiş, bir sepet üzüm bulacaksın. Bulamazsan başını kestireceğim.” Oğlan buna da ağzını açmamış. Boynunu büküp, huzurdan ayrılır. Eve gelince kara kara düşüncelere dalar. Karası: “Ne düşünürsün, yoksa baban bir şey daha mı söyledi?” demiş. O da: “Bu kış mevsiminde yeşil yapraklı, üzeri çiğli bir sepet üzüm getireceksin. Getirmezsen başını kestireceğim diyor.” demiş. Karısı: “Ben sana demedim mi? Yakma kabımı başın belâdan kurtulmaz. Korkma bu sefer de kurtuldun. Yine çeşmeye git. Analık analık de. Kızının selâmı var. Yeşil yapraklı, üzeri çiğli, bir sepet üzüm toplayıvereceksin dersin onlar üzümü toplar sana verir. Sen de alırsın doğru babana dost edersin.” demiş. Oğlan da çeşmeye varmış. “Analık analık demiş. Kızının selâmı var. Yeşil yapraklı, üzeri çiğli, bir sepet üzüm toplayıvereceksin.” demiş. Hemen üzüm toplanıp gelmiş. Oğlan da üzümü aldığı gibi babasına dost etmiş. Üzümü gören padişahın yapacağı hile kalmamış. Ne kadar uğraştı ise de oğlunu öldürememiş.
Üzüm padişaha verilmezden evvel gelin memleketin dört bucağına haberler salmış. O gün bütün halk meydanda toplanmış. Sanki kıyamet kopmuş. Yer karınca gibi insan. İğne atsan yere düşmeyecek imiş. Herkes ölüm sessizliği içinde, ne olacak diye merak ediyormuş. Derken gelin görünmüş. Padişahı da orta yere çağırmış. Halk iyiden iyiye toplanınca gelin başlamış konuşmaya: “Dinleyin ey cemaat! Bu adam oğlunun karısına sülük etti. Onu almak istedi. Bunun için bir bahane buldu. Bundan yıllarca önce oğlunun anasının parmağında bir altın yüzük gitmiş. Onu getirtmek istedi. Getiremezse oğlunun başını kesip, gelinini alacaktı. Bu olmadı, yüzük getirildi. Aha Babalıcağım beline kadar taş ol.” Beline kadar taş olmuş.
“Dinleyin ey millet! Mezarlıktan yüzüğü getirtmekle kalmadı. Oğlunu mutlaka öldürtmek için dedelerinden kalma devler ülkesindeki altın eyeri getirmesini emretti. Getirmezse oğlunun başını kestirecekti. Bu da olmadı. Eyer de geldi. Aha babalıcağım boynuna kadar taş ol.” Boynuna kadar taş olmuş.
“Dinleyin ey ahali! Gelini almak sevdası altı eyerle de bitmedi. Bu kış mevsiminde yeşil yapraklı, üzeri çiğli sepet üzüm istedi. Bu mevsimde üzümün bulunmayacağı belli bir şey. Fakat O istedi. Getirmezse oğlunu öldürecek, gelinini alacaktı. Bu da olmadı. İstediği üzüm geldi. Aha babalıcağım başına kadar taş ol!” demiş. Padişah da başına kadar taş olmuş. Şimdi de herkes onu binek taşı yapar, üç kere de üstüne tükürürmüş.
Gelinle oğlan da konaklarına çekilmiş, rahat ve mesut olarak yaşıyorlarmış. Gökten üç elma düştü, biri onlara, biri size, biri de kendime.
DERLEYEN :
Hüsnü YILDIZ
KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1959, sayı:121
¹ Cop: Kalın, kısa değnek
² Ferda: Yarın,ertesi
³ Arık: İçinden su akıtmak için toprağı kazak yapılan oluk şeklinde su yolu