Masal

Namlı Kemankeş

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde vay neler varmış vay neler varmış: Nice nice bülbüller ötermiş. El ele verilir, seyran edilirmiş, gün ola bayram ola denir, dem bu dem diye söylenirmiş, salkım saçak bağlarda üzüm toplanır, aşklar gözlerde okunurmuş. Böyle zamanlarda dağlar taşlar sevinir, bayram edermiş. Yusuf ile Züleyhalar, Leyla ile Mecnunlar bile bu aşkların yanında sönermiş. Su testisi su yolunda kırılır, harmanda buğday savrulur, damlarda gençlerin bayramı olur, pınar başları aşk ocakları olurmuş. Geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovalar, ay dede âşık olanlara ışık tutar, yol gösterirmiş: İşte bu zamanda nar çatlar, dudakta al kan olurmuş. Üzüm dökülür, dudaktan dökülen bal olurmuş. Tabiat şenlenir, eşekler çifte atar, sinekler saz çalarmış. Sabah yaklaşır horozlar ötermiş. İmdi oturun ocak başına, dinleyin neler geldi Namlı Kemankeş’in başına. Dinleyen murada erecek, dinlemeyen taş olup gidecek.

Bir varmış, bir yokmuş ta zamanında bir peri padişahının güzel bir kızı ile ak saçlı ak yürekli bir yaşlı ninenin oğlu varmış. Yaşı on sekiz, boyu selvi, gözleri elâ; adı Namlı Kemankeş; bir bakışı cihana eş. Ama başında kavak yelleri eser, aşk nedir bilmezmiş: Alıp başını durmadan gezermiş. Bir gün geze geze gelmiş bir bayram yerine: Bakmış bakışmış da karşısında ne görsün… Yaşı on beş, adı dillerde, gönlü bilinmedik illerde peri padişahının kızını görmüş. Kara kara gözleri varmış, zeytin tanesini andırırmış. Oğul balı ağzı, kızaran yanağı göreni boyu boyuna, huyu huyuna demiş de kızla göz göze gelip derinden bir ah çekmiş. Ah ile birlikte yer yerinden oynamış, yetmiş iki dağ birden kazan gibi kaynamış. Olan olmuş, içini ateşler sarmış. Eve gelip ihtiyar nineciğine anlatmış. Nine nine canım nine, git padişahın kızını bana iste demiş. Ninesi şaşırmış, oğul, del mi oldun, padişah hiç bize kız verir mi demiş. Ama gönül bu, oğlan ısrar etmiş, nine de dayanamamış, kalkmış peri padişahına gitmiş, peri padişahı nineyi hoş buyur etmiş, muradın nedir diye sormuş: Nine, ne diyeceğimi bilmiyorum, gönlümdekini söylemek istiyorum demiş, Tanrı’nın emri ile senin kızı benim oğlana istemeye geldim demiş. Yaşı on sekiz, adı Namlı Kemankeş, kızına tam bir eş diye de methetmiş. Padişah boynunu bükmüş diyeceğim şu demiş: kızım vardır, güzeldir. Adı dillere destandır. Adına türküler yazıldı, kara zeytin gözlerine nice delikanlılar yandı, peşine de çok kişiler takıldı, gel gelelim kimse alamadı. Garip ülke derler bir ülke vardı oraya varış sırrı yalnız kızım ile deniz altında yaşayan bir adamdadır. Oğlunu kızımla yola koyacağım, bilinmez bir yola salacağım, varırsa garip ülkeye o zaman kızımı oğlunun koynuna koyacağım demiş. Nine eve gelmiş, oğlumdan ayrı kalacağım düşüncesi içinde kara kara düşünürmüş. Çünkü padişah sözlerinin sonunda gidemezse cellâtla boynunu kestiririm demişti. İki gözü iki çeşme ferman dinlemez oğluna olanları anlatmış. Delikanlı nine nine; beni anlasana, ben yandım ona, giderim inan bana demiş, ninesinin boynuna sarılmış, şapur şupur gözlerinden öpüp ayrılmış.

Kızla oğlan yola koyulmuşlar. Kız gittiği yere yetmiş çift pabuçla gidermiş. Delikanlı kıza yetişmekte güçlük çekermiş. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz, altı ay bir güz gitmişler de bir denize varmışlar. Kız ağzını açmamış, belinde sakladığı kılıcını çıkarmış, denize vurmuş, deniz açılmış, kara olmuş. Kız geçmiş, delikanlı ben de geçeyim derken açılan yer su dolup deniz olmuş. Delikanlı geçememiş, kıyıda kalakalmış. Kızın gittiğine mi yansam ninemden ayrı kaldığıma mı demiş de, kendi kendine bu işin sonunda kelle vermek de var diye söylenmiş. Bu sırada deniz altından sesler gelmeye başlamış. Oğlan denize dalmış seslerin geldiği yana varmış. Bir de bakmış ki üç kardeş mal üleşirlermiş. Üleşemedikleri bir sopa, bir kalbur, bir de külâh kalmış: Hepsi de tutturmuş külâhta külâh. Kerametin külâhta

olduğunu delikanlı anlamış. Onu almak için kafasında bir plân yapmış. Delikanlı onlara bana bir taş bulun diye söylemiş, onlar ne yapacaksın demiş. Tartışmanız kavgaya varacak, sonunda, anladım kaş göz yarılacak demiş de sizi ayırmaya karar verdim diye söylemiş, delikanlı taşı atmış, üç kardeş taşı aramaya gitmiş: Delikanlı külâhı almış, kalbur kayık olmuş. Sopayı almış, sopa kürek olmuş. Başlamış kürek çekmeye, her çekişte kayık yüz adım öteye atlarmış. Kayık atlamış, fırtına olup okyanuslar aşmış, varmış altın dağına, varsa baksa ki kız orada. Meğer garip ülkesi derler denilen yer bu altın dağının bulunduğu yermiş. Delikanlının yüzü gülmüş, gönlü şenleşmiş. Bir ağacın dalını tutmuş aşağı eğip dalından bir ince narin çubuk kırmış. Çubuğun çıt sesini kız duymuş. Bakmış arkasına kimseyi görememiş. Herhalde kuş kondu dala, onun sesidir demiş. Varmış arkadaşının yanına, oturmuş sofra başına.

Yemek yemeye başlamışlar, gelgelelim sofrada olanlara şaşmışlar. Kaşıklarını kaldırmışlar, yemek sahanına daldıracakları sıra sahan sallanmış, kenarı göçü vermiş. Kız arkadaşına, arkadaşı kıza bakmış ama bir şey anlıyamamışlar. Kız delikanlıyı aklına getirmiş, ama denizden geçmedi ki demiş. Delikanlı külâha emir vermiş, meğerse bu emir üzerine külâh sahanı göçürmüş. Ama kız yine de yemeği yemiş. Sonra da top oynamaya gitmiş. Derken kaybolmuş top. Kız şaşmış, arkadaşı şaşmış, şeytan aldı cin götürdü denmiş de kör olası top nereye gitti diye söylenilmiş. Bu sefer kız arkadaşı ile yüzük oyunu oynamaya başlamış. Ne var ki, yüzük de top gibi kara kayıplara kırışmış. Kız eve dönmüş. Delikanlı ise ondan önce padişah babasının yanına gelmiş. Padişah vardın mı demiş, delikanlı ağzını açmamış, aldığı top ile yüzüğü göstermiş. O anda da kız gelmiş. Top ile yüzüğü padişah kızına göstermiş. Kız şaşırmış, oğlanı baştan aşağı süzmüş, benim karşılığını vermiş. Padişah delikanlıya dönmüş, öyleyse al kızımı demiş. Kızı delikanlıya vermişler, düğün dernek kurmuşlar: Kırk gün, kırk gece sürmüş bu düğün. Kara çadırlarda beyleri, ak çadırlarda paşaları kondurmuşlar. Kırk davul vurdurup kırk zurna çaldırmışlar. Kırk sofra kaldırıp kırk sofra kondurmuşlar. Gökten üç elma düşmüş, onlar muradına ermiş. Biz gidelim kuru oduna da çıkalım kerevetine.

DERLEYEN :
Numan KARTAL

KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1966, sayı: 209

Şunlar da hoşunuza gidebilir