Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Bir adamcağız varmış. Bunun bir tane, on iki on üç yaşlarında, kıymetli bir kızı varmış. Kızın anası ölmüş. Babası “Kimi alayım, kimi alayım?” diye düşünür dururmuş. Kızın hocası:
“Kızım babana söyle beni alsın, Ben sana şöyle bakarım, böyle bakarım…” demiş. Kız da gelmiş eve:
“Baba, alacaksan benim hocamı al. Başkasını istemem,” demiş.
Adam, “Peki,” der. Bu kadını alır.
Aradan bir zaman geçer, kadın başlar üvey kızını kıskanmaya. Ne yapsam da bu kızdan kurtulsam? diye düşünürmüş. Bir gün, bir bayram günü imiş, herkes gezmeye gidiyormuş. Kadın kocasına yalvarır:
“Bu da kızdır, gençtir; varsın gitsin, bir an eğlensin,” der. Adam da razı olur. Kadın bunun üzerine:
“Kızım, der, sen git, ben yemeğini arkandan getiririm.”
Kız gider, kırlarda arkadaşlarıyla güler, oynar… Artık iyice karnı acıkmış, annesi görünmüyor… Neyse, epey bir zaman sonra kadın gelir. Meğer, evde zehir gibi tuzlu bir boğaça yapmış. Bir testiye de su doldurmuş, içine bir yılan yavrusu koymuş… Kız boğaçayı yer. Az sonra susar. Diker testiyi, buz gibi suyu kana kana içer, yılanı da yutar, haberi yok kızcağızın…
Kızın hali değişir, gün günden karnı şişer. Kadın ebelere gösterir. Kocasına der ki bir gün:
“Ah, yahu, o gün ben senin sözünü dinlemedim, kızı kıra gezmeye gönderdim. Herhalde birine kanmış, gebe kalmış …”
Adam da pek namuslu imiş. Bu iş pek gücüne gider. Kızını da çok severmiş. Gece uykuları kaçar. Kızını yüzlemeye, dövüp sövmeye de kıyamazmış. Bir gün, artık dayanamamış, kızına:
“Haydi, seni gezmeye götüreyim,” der. Bir dağın tepesine çıkarır. Orda bir ağacın altına otururlar.
“Kızım, yoruldun yat dizime de sana ninni söyleyeyim, uyu,” der.
Kız yatar babasının dizine. Babası ninni söylerken, söylerken, uyur. Adam o zaman bir kamışın içine bir arı koyar, kızın başucuna asar, bırakır gider. Arı kamış içinde vızıldadıkça kız da babası ninni söylüyor sanırmış… Nihayet uykusunu iyice alır, uyanır, bir de bakar ki, bir arı başucunda vızıldıyor, babası gitmiş… Başlamış ağlamaya:
“Ah benim halim ne olacak?” diye dövünür, karnı da büyümüş, içi lombur lombur edermiş. “Bütün bunlar üvey anamın tuzağı…” der kızcağız, ne edeceğine şaşırmış, başlar dağdan aşağı inmeye… Bir dere kenarına varır. Şurada bir abdest alayım, Allah’a sığınayım. Bakalım Allah ne gösterir,” der. Dereye gelmeye… Derenin içinden de başka bir ses buna cevap vermiş… Bir de ne görsün, ağzından kağış kağış, bir yılanla yavruları çıkmasın mı?
Kızcağız hafifler, ferahlar. Ama dağ başında, yapayalnız kalmış… Kalbi mahzun, düşüne düşüne bir yol tutturur, gider gider…
Ortalık kararmaya başlamış… Uzaktan bir ışık görür: “Şuraya gideyim, belki beni alırlar,” der. Varır o ışığın olduğu eve, kapıyı çalar. Açarlar. Meğer orası Kırk Haramiler’in evi imiş. Bunu gören Haramiler:
“Kız senin burada ne işin ne? Derler. Kız da başından geçenleri anlatır.
“Ah, der, beni babam böyle böyle, dağda bıraktı. Allah rızası için, alın beni içeri, size sığındım, bu gece misafir edin.”
* Boratav, Pertev Naili; Zaman Zaman İçinde. İstanbul: Adam Yayınları,1998.
Kırk Haramiler bakarlar ki, dünya güzeli gibi bir kız, yüzüne bakmaya kıyılmaz… Kıza derler ki:
“Sen şurada otur, biz bir düşünelim.”
Kırkı da bir odaya girerler, başlarlar müzakereye.
“Birimiz alsak, birimiz ister; birimiz alsak birimiz ister… Bize sığınmış namuslu bir kız, başka türlü de edemeyiz. En iyisi bunu kırkımız kardeş edinelim,” derler. Gelirler:
“Kız, derler, sen bizim dünya ahiret kardeşimiz ol. Biz getirelim sen pişir. Otur, keyfine bak…”
“Peki,” der kız da. Artık bunlar kardeşlerini öyle severler, öyle severlermiş ki, dünyada, üstüne toz konduramazlarmış. O da onları severmiş…
Kırk-Haramilerin evinde oturmakta olsun… Biz gelelim analığa…
Ay doğmuş, ayın on beşi… Kadın çıkmış ayın karşısına…
“Ayım, ayım,
Sen mi güzel ben mi güzel?
Ay da derki oradan:
“Ne sen güzel, ne ben güzel,
İlle Nardaniye Hanım güzel.
(Kızın adı Nardaniye Hanım imiş…)Bunu duyan kadın.
“Eyvah, der, kaltak ölmemiş. Bu iş gizli kalmaz, meydana çıkar. Şimdi ben ne yapayım?
Hemen kocasına gider. “Aman kocacığım, der, yavrucağazı nerelere bırakmıştın? Rüyama girdi… Aç mıdır, susuz mudur? Gideyim arayayım.”
Adamcağızın da o gün, bugün, iki gözü iki çeşme, kızının derdinden erimiş bitmiş, dünyadan elini eteğini çekmiş… Karısının bu düşüncesine içinden sevinir. Gider kadına bıraktığı dağı gösterir.
Kadın bir sepet kiraz alır, hepsini zehirler. Takar koluna sepeti. Kocasının gösterdiği yerden aşağıya doğru yürür. Gider, gider, uzakta bir ev görür. “Mutlaka buraya sığınmıştır,” der. Ama kendisini bir başka kıyafete sokmuş: Bir ferace giymiş, bir gözü açık öteki örtülü… Yürür eve doğru… Kız da işini bitirmiş, gelir, Kiraz satıyorum, kiraz… “ diye kapının önüne. Kız da:
“Kiraz alayım da, pencerenin önünde oturayım,” der.
Hemen çıkar, yarım okka kiraz alır… Oturur pencerenin önüne, kirazlarını yiyecek… Penceresinin yukarısında da kırk tane kuş varmış, kafeste, onlarla eğlenirmiş. Kuşlar başlar: “Cik cik, cik cik cik…” diye kiraz istemeye. Bir tane ona vereyim, bir tane ona derken sepette kiraz biter. Kıza bir tane bile kalmamış. Kız bir de bakar ki, kirazı yiyen kuş ölüyor, yiyen ölüyor… Oturur pencerenin önüne, kiki gözü iki çeşme ağlar, kızcağız. Kuşlarını pek severmiş… Akşam olur, kardeşleri gelir.
“Ne ağlıyorsun kardeş,” derler.
“Ah, kuşlarım öldü… Kirazcı geçiyordu, kapıdan aldım, kuşlara verdim. Hepsi öldü.”
Kırk-Haramiler
“Sen sağ ol, kardeş, biz sana daha güzellerini getiririz, derler. Sakın bir daha kapıdan geçen bir şeyden alma… Ya sen ölseydin?”
Ertesi gün evvelkilerden güzel kırk tane kuş getirirler, kafeslere koyarlar.
Ardından bir ay geçer, yeni ay doğar. Analık çıkar ayın karşısına:
“Ayım, ayım,
Sen mi güzel, ben mi güzel? Der.
Ay da:
“Ne sen güzel, ne ben güzel,
İlle de Nardaniye Hanım güzel,” diye cevap verir.
“Ah, kaltak kız, ölmemiş…” diye, bu sefer gider kadın, bir kâğıt sakız alır. Sakızı zehirler. Gene varır Haramilerin evinin önüne: “Sakız satarım, sakız satarım…” diye
geçmeye. Kız kendi kendine: “ Bu yenecek şey değil ya… Alayım…” der, alır kadından sakızı, kuşlar gene başlar ötüşmeye: “Cik, cik, cik, bana, bana…” diye. Kız der ki:
“Durun, çiğneyeyim de öyle vereyim.”
Sakızı atar ağzına, bir iki çiğnerken, düşer serilir olduğu yere.
Akşam olur, kardeşleri gelir bakarlar ki, kız serili yatıyor.
“Eyvah, kardeşimiz ölmüş. Biz nasıl dayanalım bunun acısına. Nasıl gömelim topraklara?” diye ağlaşırlar. Bir tabut yaptırırlar. İçine kızı koyarlar. Artık nereye giderlerse, bu tabutu taşırlarmış.
Bir gün bunlara bir padişahın oğlu rastgelmiş… Der ki şehzade:
“Sormak ayıp olmasın ya, ben size kaç kere rastladıysam hep bir tabutla gördüm. Bunu neden böyle taşırsınız?”
“Ah, sorma, derler Kırk-Haramiler, biz kırk tane kardeşiz, bir tek bacımız vardı. O bacımız öldü. Kıyamıyoruz toprağa gömmeye. Böyle taşıyoruz.”
Bunun üzerine Şehzade der ki:
“ Bana verir misiniz bu tabutu?”
“Veririz ama gömersin.”
Şehzade:
“Namusumun üzerine söz veriyorum ki gömmem. Ölünceye kadar kendi odamda saklarım,” der. Kırk-Haramiler tabutu verirler.
Şehzade alır bu emaneti, odasına koyar. Ama merak da eder. Bir de açar bakar ki, ne görsün, ne görsün, dünya güzeli bir kız. Mum gibi sararmış, güzelliğinden zerre kaybetmemiş. Oğlan deli olur. Kızı kaldırır, köşeye oturtur. O günden sonra, kapıyı kilitler; kimseyi içeri koymazmış. Akşamüstü odasına güle güle güle girermiş, sabahleyin ağlaya ağlaya çıkarmış. Bir lalası varmış oğlanın, dikkat eder, bu oğlan gün günden sararıyor, yemiyor, içmiyor. Merak eder. Çilingirden bir anahtar uydurur kapıya. Bir gün girer içeri. Bakar ki ayın on dördü gibi bir kız, sapsarı, cansız yatıyor. Ama ölüye benzemiyor. İhtiyar adam, tecrübeli ne olsa, anlar ki bu sağdır. Orasını eller, burasını eller. Bir de bakar ki avurdunda sert bir şey. Sokar parmağını, çıkarır, bir sakız. O saat kız: “ Hapişuuuu, hapişuuuu…”diye aksıraraktan uyanır, gözlerini açar, bakar ki başucunda yabancı birisi.
“Aman, burası neresi? Kardeşlerim nerde? Kuşlarım nede? … “ diye başlar ağlamaya… Hemen lala koşar Beyin oğluna:
“Müjde, müjde, Şehzadem, der, senin hastan dirildi.”
Şehzade gelir bakar, kız sahiden de dirilmiş ağlıyor… Artık sevincinden çılgına döner. Hemen Kırk- Haramilere haber gönderir. Onlar da gelirler, sevinirler, bayram ederler.
Sonra, beyoğlu ile Nardaniye Hanım kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenirler. Beyin oğlu kızın başından geçenleri dinler. Babasını getirtir. Adamcağız, kederinden bir kara top olmuş… Beyoğlu sorar:
“Derdin nedir, babacığım?”
“Ah, der adam, derdimi nasıl anlatayım, çaresiz dert…”
Kızını dağ başına bıraktığını anlatır.
“Niçin yaptın bu işi?” derler. O da:
“Böyle böyle, kızım gezmeye gitmişti… Bir kaza gelmiş başına, namusuma yediremedim,” der.
Kızı çağırırlar. Baba kız birbirlerinin boynuna atılırlar… Kız başından geçenleri bir bir anlatır. Hemen giderler, analığı getirirler. Beyin önüne. Ona derler ki:
“Kırk satır mı istersin, kırk katır mı?” Kadın da:
“Kırk satır düşman başına, der. Kırk katır verin de sılama gideyim.”
O zaman, kadını kırk katırın kuyruğuna bağlarlar, kırkına bir kamçı vururlar. Üvey ana da yaptıklarının cezasını bulur… Onlar ermiş muradına, bizde erelim muradımıza…