Bir varmış bir yokmuş diye başlarım söze. Çok görmüş geçirmişim derim size. Ben bir ihtiyar pirifâniyim¹, kolay kolay anlaşılmam. Derdime derman ara, ama derman bulmam. Şimdi koşun başıma, oturun ocak başına. İşte sazım işte mızrabım. Dökülen nağmelerdir hayatım. Korkmayın, dokunun sazın teline O anlatacak masalı size, bu böyle biline.
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde. Develer tellal, pireler berber iken, ben anamın anasının beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Çalışana iş çok, çalışmayana hiç yok demişler. Yaşayanların tümüne iş vermişler.
İşte böyle zamanlardan birinde ihtiyar bir dede, ahım şahım demiş, ahududum nerde diye söylenmiş. Varmış bir köye, oturmuş erik dibine. Düşmüş erikteki balkabağı tepesine. Baş yarılmış ihtiyarın yüreği yanmış. Bağırmış, duyan olmamış. Sonunda duta dayanıp uykuya dalmış. O anda Dudu derler boyu kısa, sırtı kambur biri oradan geçerken ihtiyarı görmüş. Seslenmiş:
“Başı kanlı, gözleri gamlı, aksakallı ihtiyar dede, işin nedir senin söyle.”
İhtiyar karşılık vermiş:
“Dünyada yalnızım, Dudum, dur, nazlım. Ayrı koyan Tanrım, kavuşturur yanıkları bazı. Kavuşmaktır dedenin de Dudusu’na Niyazi.”
Dudu, kendi adını söylememiş. İhtiyara çalışmak gerek deyip iş teklif etmiş. O günden sonra olmuş ihtiyar köye tavuk çobanı. Günebirlik göndermiş tavukları.
Bir gün gelmiş, tavukları kaybetmiş. Ne etsem ne eylesem, akşama acep köylüye ne söylesem diye düşünmüş, taşınmış. Dağa taşa, uçan kuşa seslenmiş de kendisine yol gösteren olmamış. Sonra almış sazı eline, vurmuş sazın teline. Ama sazı da derdine derman bulmamış. Köylüler de tavukları kaybetti diye dedeyi eve koymamış.
Ay da şavukmuş², gündüz gibi ortalık aydınlıkmış. Ağrısız başım, tuzsuz aşım demiş dede, gitmiş tarlalık içinde bir üveze³. Pinmiş tepesine, başlamış üvez yemeye. Kendisi üvez yerken, yalnızlığın acısını giderirken bir ayı da çıkmış üvezin tepesine. Almış dedeyi bir korku. Vücut tiril tiril, dişler zangır zangır etmeye başlamış. Can bu, dayanılır mı, korumak gerek diye akıl etmiş. Sinmiş ağacın uğruna.Dede ayıya bir oyun edeyim de buradan gideyim diye düşünmüş. Elinde üvezi ay ışığına doğru uzatmış. Ayının anlıyacağı dilden, birazda gönülden “gönü” diyecekken “nönü” diye bağırmış. Can bu, ayı da korkmuş, korkuyla yere hoplamış. Bal kabağı gibi çat diye çatlamış.
Dedenin “nönü” demesi ile ayı, dünyasından terk-i hayat etmiş. Dede, kurtuldum, çok şükür demiş. Ellerini açmış Tanrı’ya. Tanrı, belalardan dostu düşmanı kayıran, demiş de gönlü sevinçle dolmuş. Bu sevinçle yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş derken tekrar köye gelmiş. Etmeyin, eylemeyin dostlar, dost başına Allah vermiye deyip onları bir iyice anlatmış. Ama dinleyen kim. Gene kovmuşlar dedeyi köyden.
Bu sefer dede tekrar yola koyulmuş. Ah Dudum olsa bu haller başıma gelir mi diye söylenmiş. O sırada bir akkuş gelmiş, dedenin başında kanat çırpıp selam vermiş. Sonra dile gelip Dudun seni Akpınar da bekliyor diye söylemiş.
Dede var gücü ile yola koyulmuş. Sevincinden bir hoş olmuş. Artık ne ekmek yerim, nede tavuk güderim demişte Akpınar’a gelmiş. Birde ne görse… Dudu denilen bu kişi, kendisine iş teklif edilen değil mi. Sarılmışlar birbirlerine. Ahlanıp koklaşmışlar. Mutlu dünyalarına dalmışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Üçü birbirinden al. Al murattır, darısı ermişlerin başına
DERLEYEN :
Numan KARTAL
KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1969, sayı: 236
¹ Pirifâni: İhtiyar kimse
² Şavk: Aydınlık
³ Üvez: Muşmulaya benzeye meyveleri olan ora boylu bir ağaç