Bir varmış bir yokmuş, yokmuşluğun varlığında varlığın darlığında bizim hindi asmaya bindi derken asmadan indi. Altı ayla bir güz durmadan gitti. Dağları yol gibi, ovaları sel gibi geçti. Temaşa, temaşa hoş geldin bayram paşa derken bir karı koca ile üç oğluna denk geldi. İmdi oturalım soğuk pınarın suyunu içerekten, çınarın gölgesinde yataraktan keyfimize bakalım. Arkasında da bir masal kuralım.
Çok eski zamanlarda bir varmış bir yokmuş, develer tellal pireler berber iken, ben anamın anasının anasının beşiğini tıngır mıngır sallarken bir karı koca ile üç çocuğu varmış. Gece gündüz demezler, günleri ayları bilmezler, gün yüzü görmeden evlerinde ömür sürer giderlermiş. Gün gelmiş, böyle ömür sürülmez denmiş de ana baba üçler, beşler, yediler, kırklar demişler, üç oğulları ile kendilerini yola vermişler.
Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ayla bir güz gitmişler de neden sonra bir dağın başında şırıl şırıl suyu akan bir pınara gelmişler. Su içelim derken çocuklardan birini çeşmenin yalağına düşürmüşler, birini bir kurda, birini de bir ayıya kaptırmışlar. Netsek neylesek diye telaşa düşmüşler. Sağa bakmışlar sola bakmışlar, çocukları kurtarmak şöyle dursun kendilerinin de tehlikede olduklarını görmüşler. Bey kaçmış, hatun kalmış, onu da bir dev yakalamış. Kaçan bey sonunda kurtulmuş, bir köye muhtar olup koltuğa oturmuş.
Bazen ümitsizlikler ümidi doğurur, derler. Tanrı büyüktür diye söylerler. Gerçekten de öyle olmuş. Yalağa düşen çocuk kurtulmuş, durmadan “Tanrım murat” diye söylenmeye başlamış. Ağzında çocuk olduğu halde kaçan kurdu çobanlar görmüş, peşine düşüp etrafını çevirmiş. Kurtulan bu çocuk da hep “Tanrım murat” diye söylermiş, Ya ayı ne oldu demeyiniz, mağarasına gitmiş, çocuğu bir güzelcene besler gözü gibi bilirmiş. O da ikide bir “Tanrım murat” diye seslenirmiş.
Bir gün gelmiş ayı yiyecek bulmaya gitmiş. Çeşme başındaki çocuk “Tanrım murat” diye ünlemiş. Mağarayı terk edip sesin geldiği yana gitmiş. Çeşme başına geldiğinde diğer iki kardeşini beraber görmüş. Sevincine diyecek yokmuş.
Dağlar durak, çeşme başları konak olmuş üç kardeşe. Büyümüşler, serpilip dalyan gibi delikanlılar haline gelmişler. Askerlikleri de gelip çatmış. Birbirlerimize kavuşmakla muradımıza erdik diyerekten şehre inmişler. Zaman dediğin nedir ki yel gibidir gelir geçer, su gibidir akar gider. Askerlikleri de geçmiş. Bir dertleri varmış o da anneleri imiş.
Çocuklar anne der ağlarmış. Baba da hatun der feryadı basarmış. Ah ettikçe dağlar inler, vah ettikçe gökler gürler, dağlar ateş olup yanarmış. Baba kapıları çalmış, feleğe dert yanmışta derdine yanan olmamış. Var varanın sür sürenin, bu dünya demini sürenin demişte keyfine bakmaya çalışmış. Ama hatunsuz edememiş, bulmak içi evini adayıvermiş. Meğer evi de dillere destanmış. Memlekete haber salmış ki:
“Devi kim öldürürse, hatunumu buraya getirirse ona canımdan da aziz bildiğim çok sevdiğim evimi vereceğim.”
Sonra devin yerini bir iyice anlatmış, evini donatmış. Ev dediği ev değil, sanki bir sırça köşkmüş. Her yanı çiçeklerle donanmış, havası da pek temiz, suyu cana can katarmış. Yolları mücevher, kapıları zümrütten yapılı bir taht misali dil ile anlatılamıyacak, kalem ile yazılamayacak kadar güzel bir yemiş. Herkes şaşmış, ağzının suyu akmış. Rüyalardaki masal ülkeye kavuşmak için canla başla çalışmaya koyulmuşlar, eve kavuştuk diye sevince dalmışlar. Atalar sözüdür, el elden üstündür, görmeden düşü bilme işi. İş bilenindir, kılıç kuşananın. Üçkardeş de işini bilmiş, atlarına binmiş, kılıçları elde, palalar belde, devi öğendiler ya nerde, koşmuşlar oraya.
Kolay olmamış varmaları. Bazen yel olmuşlar dağdan dağa atlamışlar, bazen fırtına olmuşlar okyanuslar aşmışlar, bazen da sel olup ovalara akmışlar. Gün gelmiş boyu elli santimlik cüceye yenilmişler, zaman gelmiş dev bir orduyu bir kılıç şakırtısında yenmişler. Ama en sonunda devin bulunduğu mağaraya gelmişler. Kılıç şakırdatmışlar, topuk vurup deve bir selam çakmışlar. Dev şaşırmış, gelenler kimlerdir diye anahtar deliğinden bakmış. Kılıçlar inmiş dev boynunu bükmüş, gözleri şimşek çakarken ol dev oracıkta can vermiş.
Kapıyı açmışlar, analarının boynuna sarılıp ağlaşmışlar. Sevinçler dalga dalga olmuş, gözyaşları su gibi akıp çağlamış. Binmişler atlarına, var varanın sür sürenin diyerek gelmişler babalarının yanlarına. Önce baba şaşmış, benim oğullarım ha deyip sevinci basmış. O sevine dursun çocuklar ağlaşmış. Suya düşen almış sazı eline, vurmuş mızrabı ile teline de içinin acısını bir iyice dökmüş. Arkasından babasına seslenmiş.
“Ey kanım taşıdığım baba, baba olaydın beni suya düşürmezdin, başını alıp gitmezdin.”
Canavara kapılan da içini bir iyice dökmüş, o da kardeşi gibi babasına seslenmiş.
“Ey babam, baba olaydın canavarın kaptığı oğlunu yalnız bırakmazdın, keyf çatıp dünyanın zevk-ü sefasını sürmezdin.”
Ayının kaptığı oğul da dayanamamış, seslenmiş:
“Ey babam, baba olan evlâdını ayı kapar da bakar mı?”
Hatun da feryadı basmış:
“Hatunu dev kapar da bey muhtarlıkta keyf mi çatar.”
Bey haklasınız demiş. Boynunu bükmüş. Sarılmış çocuklarına almış hanımını yanına gelmişler anlatılamayacak kadar dillere destan güzel evlerine.
Gökten üç elma düşmüş, üçünden de biri birinden güzel üç kız çıkmış. Biri nar tanesi mi desem nur tanesi mi, diğer ise ay yüzlü şehla bakışlı, tatlı gülüşlü imiş, ömrü de yay kaşlı tatlı gülüşlü şeker gibi bir şeymiş. Üçünü de üç kardeş almış. Onlar ermiş muradına darısı sizlerin başına…
DERLEYEN :
Numan KARTAL
KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1965, sayı: 199