Masal

Zülfü Mavi

Vardı yoktu. Allahın kulu çoktu. Bir padişahın üç tane kız vardı, Bu kızlardan biri pencereden baktı, bir Padişahın da üç oğlu var, dedi ki:
“Padişahın büyük oğlu beni alsa öyle bir halı dokurum ki bütün cemaat üzerinde otursa bile bir tarafı boş kalırdı.”
Padişahın büyük oğlu bu sözü duydu, geldi bu kızı istedi götürdü. Bir gün padişahın ortanca oğlu oradan geçerken ortanca kız dedi ki:
“Bu padişahın ortanca oğlu beni alsaydı, yumurtaların kabuğunda yemek pişirirdim, bütün âlem yerdi, gene bitmezdi.”
O da bunu duydu, ortanca kızı istedi götürdü. Bu sefer küçük kız dedi ki:
“Padişahın küçük oğlu beni alsaydı ona sırma saçlı, inci dişli bir kızla, altın dişli sırma saçlı bir oğlan doğururdum.
Bu oğlanda bunu duydu, bu kızı aldı. Bir zaman geçti, büyük oğlan, büyük kısa sordu:
“Sen böyle böyle demiştin, hani halı?”
“Ben onu sen beni alasın diye öyle söyledim.”
Ortanca oğlan da, ortanca kıza sordu:
“Sen yumurta kabuğunda yemek pişiririm, bir âlem yer gene bitmez demiştin Ne oldu”
“Ben, sen beni alsın diye dedim. Ben pişirsem babamın evinde pişirirdim. Senin evinde neden pişireyim.”
Küçük oğlanda, küçük kıza sordu:
“Sen böyle böyle demiştin ne oldu?”
“Allah verirse ben doğururum. Ben söyledim ama o Allah’ın elinde.”
Küçük kız hamile kaldı, küçük oğlan da harbe gitti. Annesine babasına dedi ki:
“Karım ne doğurursa bana yazarsınız.”
Bu kızın vakti saati doldu, nasıl tarif ettiyse ayni öyle bir çift uşak doğdu. Aynı kızın dediği gibi altın gibi yanıyorlar. Bu bacıları, bizim sözümüz olmadı da bacımızın sözü oldu diye kıskanıyorlar. Bir cadı kadın buldurdular. Cadı kadın bu çocukları eteğine sardı götürdü, bir uzak yazıda bir çalının dibine bırakı geldi. Bir it eniği ile pisik eniği getirip kadının yanına koydu. Kocasına da senin karın bir it eniği ile bir pisik eniği doğurdu diye yazdılar. O da o yandan, yedi yolun caddesinde bir mezar eşin, içine koyun, yanına bir top süpürge koyun, gelen giden naletlesin, diye yazdı. Kadını alıp yedi yolun caddesinde kazdıkları mezara koydular, yanına da bir top süpürge koydular, gelen geçen, bir insan bir it eniği ile bir pisik eniği doğurmuş diye naletledi.”
Gel gelelim yazının dibindeki çocuklara, bir ihtiyar kadının bir keçisi vardı, keçiyi bir çoban otlatıyordu. Keçi Allah tarafından günde üç defa çocukları emziriyordu. Bu keçi her gün geliyor, memeleri kupkuru. Kadın gidip çobanla kavga ediyor, sen benim bu keçimi sağıyorsun diye çoban da diyor ki:
“Anam, ben bu kadar davara bakıyorum, hiç birini sağmıyorum da seninkini mi sağıyorum?”
“Benim keçim ne zamandır gider gelir hiç sütü yok. Eve memeleri boş geliyor.”
“Peki, ben davara bakıyorum, sen gel keçini bekle.”
Bu kadın sabahleyin keçisinin arkasından gitti, keçi biraz otladıktan sonra davardan ayrıldı. Keçi gitti, kadın gitti, baktı keçi bir çalının dibinde durdu, çocuklar memelerini emdiler, keçi çıktı geldi. Kadın keçiye bakıyor hiç sütü yok. O çalının dibinde keçimi sağan kimdir, hele bir bakayım: “Gitti, baktı bir çift uşak karşı karşıya oturuyorlar, yıldızlar gibi de yanıyorlar. Kadın seviniyor, çocukları eteğine sarıp eve getiriyor. Bir kazan su koydu, çocukları yıkadı, baktı çocukların suları hep altın oldu. Günde üç dört defa yakıyor. Kadın zengin oldu çocuklar da büyüdü. Çocuklar kendilerini bildikten sonra bir dağın başına bir ev yapıp toplanıyorlar. Oğlan av kuş edip kız kardeşini besliyor. Bir zaman öyle geçiyor.
Bu padişahın oğlu askerden geliyor, ava gidiyor. Avda bu çocuğa rastlıyor, çocuğa kanı kaynıyor. Orada biraz konuşuyorlar. Devresi gün gene rastlıyorlar, bu padişahın oğlu bu çocuğa soruyor:
“Oğlum, sen nerede oturuyorsun?”
“Bak evim orada, biz bir bacı bir kardeşiz. Kimsemiz de yoktur.”
“Sen kimin oğlusun?”
“Ben hiç bilmem kimin oğluyum, padişahım, ben bu gece seni davet edeyim.”
Padişah da bu oğlanı öyle sever, öyle sever ki, Oğlan bunu o gece misafir eder. O gün de Allah tarafından üç tane keklik vurur. Bacısı pişiriyor, üçü beraber yiyorlar. Devresi gün padişah çıkıp evine gidiyor. Diyor ki:
“Filân dağda bir bacı bir kardeş var, aynı bizim hanımın böyle böyle doğuracağım dediği gibi, İnsan bakmaya kıyamıyor.”
Bacılar bunu duyunca diyorlar ki:
“Öyleyse bunlar ölmemişler, sağdılar.”
Gene o cadı kadını buluyorlar, bu çocukları kaybetmeye yolluyorlar. Cadı kadın bu kızın kapısının önüne gidiyor, ağlıyor sızlıyor, diyor:
“Gözlerim kördür, gözlerim görmüyor, bu gece beni misafir edin.”
“Kardeşim gelene kadar ben seni içeri almam.”
Kardeşi geliyor:
“Fakirdir, kördür bu biçareyi neden içeri almadın? Bu gece içeri al, sabahleyin istediği yere gitsin.”
“Kardeş valla ben içeriye almam.”
“Yok, yok, benim hatırım için içeriye al.”
Neyse içeri alıyorlar, sabah oluyor, kadın kıza soruyor:
“Kardeşin çıkıp gidiyor, sen neden böyle yalnız oturuyorsun?”
“Ben ne edeyim, biz bir bacı kardeşiz. Kimimiz var ki, burada oturuyoruz.”
“Evin yapıla, kardeşini yolla, gitsin Zülfü Maviyi getirsin. Onun her teli bir saz çalar. O çalar sen eğlenirsin.”
“Nerededir?”
“Kardeşin bilir nerede olduğunu, gider getirir”
“Kardeşimi nasıl razı edeyim?”
“Kardeşin gelince hiç yerinden kalkma, avını tüfeğini elinden alma. O senin rengini beğenmez gider alır getirir.”
Kız oturur, kardeşini bekler. Kardeş avdan gelince kız ne yerinden kalkar ne de tüfeğini, avını alır. Cadı kadın da orada oturuyor. Oğlan sorar:
“Bacı, ben senin rengini beğenmedim neden böyle yapıyorsun?”
“Ne edeyim, ben burada yalnızım, canım sıkılıyor. . Git bana Zülfü Mavi’yi getir. Zülfü Mavi’nin her bir teli saz çalarmış o çalar bende eğlenirim.”
“Bacı ben onu nereden bulup getireyim.”
“Ben ne bileyim, sora sora gider bulursun.”
Oğlan gece yatar, sabah kalkar, kızın sözünü kıramaz, yola çıkar. Az gider, çok gider, epeyce bir yol gider. Nereye gideceğini de bilmez. Yolun üzerinde bir ihtiyar adam görür. İhtiyar sorar:
“Oğlum, nereye gidiyorsun?”
“Nereye gideyim, Zülfü Mavi’ye gidiyorum.”
“Oğlum, gençliğine yazıktır. Zülfü Mavi’ye gidenlerin hiç biri geri dönmedi, sen de dönemezsin.”
“Ne edeyim, babam, öleceğimi bilsem gene gideceğim.”
“Oğlum, bu yandan, gideceksin. Zülfü Mavi bu dağın ardındadır. Orada bir büyük bahçe vardır. Bahçenin dört köşesinde hep taş kesilmiş insanlar vardır. Korkma. Duvarın arkasında durur, Zülfü Mavi, beni seni yaratan diye bağırırsın, o ses verene kadar sen taş kesilirsin ama korkma.”
Oğlan ihtiyarın dediği yere gitti, baktı bir büyük bahçe, duvarın arkasında durdu, çağırdı:
“Zülfü Mavi, Beni seni yaratanı seversen çık kapıya.”
“Oğlum, buraya su koyuyorum, yıkanayım da geleyim.”
Oğlan biraz durdu, baktı, atın ayakları beline kadar taş kesilmiş, Tekrar çağırdı:
“Zülfü Mavi, beni seni yaratanı seversen kapıya çık.”
“Geliyorum oğlum.”
Dedi ama oğlan da taş kesildi. Zülfü Mavi kalktı, üstünü başını giyindi.
Atını kapıya çekti hazırladı, bir sitil su doldurdu aldı geldi. Bu suyu serpti kime serptiyse bütün taş kesilmişler canlandı. O dedi, “Ben tez geldim, benimle gel.”, o dedi: “benimle gel.” Zülfü Mavi: “Ben kiminle gideceğimi bilirim,” dedi.
Zülfü Mavi bu oğlanla beraber çıktı, o gece geldiler, evlerine kavuştular. Akşam Zülfü Mavi saz çaldı, dinlediler. Sabahleyin oğlan gene ava gitti. Avda gene padişahın küçük oğluyla karşılaştılar. Bu oğlan: “Ben gittim Zülfü Mavi’yi getirdim. Bu akşam bize gidelim.” dedi. Geldiler eve, padişahın oğlu o gece orada misafir oldu. Zülfü Mavi’yle beraber oturdular, konuştular. Sabah oldu, Padişahın oğlu dedi ki:
“Zülfü Mavi, Allah’ını seversen, yarın üçümüzü beraber bize davet ediyorum. Bize gelin.”
“Peki.”
Padişahın oğlu gitti. Ertesi gün Zülfü Mavi kızı da oğlanı aldı, o kadının mezarına gittiler. Zülfü Mavi, bu çocuklara o kadının kim olduğunu, teyzelerinin neler yaptıklarını anlattı. Her biri birer deste gül aldılar, gittiler, analarının terini sildiler. Analarına ağladılar, anaları da ağladı. Gülleri analarının göğsünün üzerine koydular. Padişahgile gittiler. Padişahın evinde bu kızlar yemek yapmışlar, hepsine de zehir koymuşlar. Sofralar doluyor, masalar kuruluyor, Padişah diyor ki:
“Zülfü Mavi, Allah’ı seversen yemek ye.”
“Padişahım, senin yemeğin yenmez.”
“Nasıl bunca yemekten hiç bir kapıda mı yenmez?”
“Hiç biri yenmez, şu köpeğe dök, köpek yerse, ben de yerim.”
Köpeğin önüne döküyorlar, o köpek dakikada ölüyor. O yemekler döküldü. Yeniden yemekler yapıldı geldi. Padişah dedi ki:
“Zülfü Mavi, buyurun yemek yiyelim.”
“Senin yemeklerinden bir kap yenmez. Şu kediye dök, o yerse biz de yiyelim.”
Kediye döktüler, kedi o dakikada gurgur oldu. Zülfü Mavi, parmağından bir yüzük çıkardı, kabın kenarına çarpaladı, kızla oğlana dedi ki:
“Her biriniz üçer lokma yiyin.”
Her birisi üçer kaşık yediler. Zülfü Mavi:
“Haydi, kaldırın, sizin yemekleriniz yenmez.”
Yemekten kalktıktan sonra Zülfü Mavi koynundan bir kürsü çıkardı üzerine bir sini koydu, Bir avuç altın arpa serpti bir de altın horoz koydu. Döndü dedi ki:
“Altın horoz, altın arpa yesene.”
Horoz başladı, altın arpa yemeğe, Zülfü Mavi padişaha dedi ki:
“Hiç altın horoz altın arpa yer mi, hiç insan evlâdı köpek eniği ile pisik eniği doğurur mu?”
Vallahi Zülfü Mavi, insan evlâdının köpek eniği ile pisik eniği doğurduğunu gördük ama altın horozun altın arpa yediğini görmemiştik.”
“Nasıl oluyor da onu görüyorsunuz da bunu görmüyorsun? Haydi, oğlum kalk git babanın eline, kızım sen de. Bak işte bunlar senin çocukların, senin baldızların size kötülük yaptılar. Senin karın bu çocukları doğurdu. İnsan evlâdı hiç it eniği ile pisik eniği doğurur mu?
Kalktılar gittiler, analarını mezardan çıkardılar. Yıkadılar temizlediler, el elbise giydirdiler. Teyzelerini de kovdular. Bunlar mesut oldular. Yedi içti muradına geçti.

KAYNAKÇA :
Günay, Umay. Elazığ Masalları. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1975

Şunlar da hoşunuza gidebilir