Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynar eski hamam içinde. Deve dellâl iken, sinek berber iken eski hamamın tası yok; yeni hamamın kubbesi; peştamalın ortası, bu yalanın ötesi yok. En iyisi gidip yatmalı sırt üstü, böyle biter bu dünyanın derdi; kadının fendi erkeği yendi.
O olmadı, bu olmadı; Ayşeciğin donu fistanına uymadı; yedi iklim dört cihan duydu da bizim pire cenapları duymadı. Nihayet götürdüler cellâda. Bir vurdu, bir daha vurdu cellâd. İmdat imdat! Vurdu durdu, durdu vurdu, vurdu durdu derken sabah oldu erken. Sonra pire başladı ağlamaya, deve başladı uçmaya. Duyan oldu bunu, duymayan oldu bunu. Fakat ben gözlerimle gördüm. Şöyle kanat çırptı deve, bir daha çırptı, havalanıverdi. El etti bize, selâm etti havadan tavuk çıktı yumurtadan yumurta nereden çıktı onu gayri bilemem, ama inci, mercan çıktı balıktan. Balık da çıktı balıktan. Balık çıktı tavadan, tava çıktı tavadan, kısmet geldi havadan. Hele dur yahu akıl gitti gider zıvanadan. Dün gece sabahı etti anan. Nerede idin a oğlan. Soğan kırdı siniye; oğul yine, bol yiye diye diye ayrana yoğurt ezdi, üç öğün namazında adını tesbihe dizdi. Ha geldi, ha taze geldi, ha şimdi geldi, hey geldi gelir. O gele dursun biz gelelim, işimize. Sağa döndüm hofladım, sola döndüm pofladım, olmadı da olmadı. Ha dedim anlatayım masalımı sıvazlayıp sakalımı, başladım gır gır söylemeye. Ama Ali dedim, Veli dedim, üçte ondan eveli dedim arkasını diyemedim. Diyemediklerim bende kaldı, siz diyeceklerime kulak verin.
İşte böyle, ne siz vardınız dünyada ne ananız, ne babanız ben gezerdim tek başıma Birde baktım bir gün bir karış boylu bir metre sakallı camız tezeği gibi kat kat akıllı bir köse çıktı karşıma, merhaba dedikten, hoş beş ettikten sonra, anladım ki kösenin bir derdi var.
“Ne o köse efendi,” dedim. “Bir şeye mi canın sıkıldı?”
O açtı ağzını, yumdu gözünü söyledi söyledi.
“Dur yahu” dedim, “arkandan atlı mı kovalıyor, biraz yavaş ol.”
Anlattı böyle tek tek, ben dinledim yavaş yavaş, tıpkı sizler gibi.
Günlerden bir gün yani aslanların korktuğu, farelerin uçtuğu devirlerde bir karış boylu, metre sakallı kat kat akıllı köseciğimizin parası kalmadı elinde. Evde dokuz oğlan, sekiz kız bir ana, bir baba, eder on dokuz kişi aç kalmışlar. Kime gitsinler de karnımız aç desinler. Alimallah ayıplayıverirler. Dünya kemlik dünyası. Elin ağzı torba değil ki büzesin. Yapmasaydı o kadar çoluk çocuk deyiverirler. Düşünmezler, bu Allah’ın işidir, kimse çare bulamaz diye. Kimine on yirmi çocuk verir, kimine de uzaktan baktırır. Neyse köse ne yapsın? Kalkar gider ahıra, malı mülkü bir tek öküzü pazara satılığa götürür. Dünya kötülük dünyası derim ve inanmazsanız. Köseciğiz öküzünü doğru dürüst satamamış. Bir gelen öküzün boynuzları uzun demiş, köse öküzün boynuzlarını kesmiş; bir gelen öküzün kuyruğu biçimsiz demiş, köse öküzün kuyruğunu düzeltmiş. Sakalı yok, bıyığı küçük, kulağı uzun burnu eğri, gözleri şaşı, karnı şiş, aklı kısa ayakları topal diyen demiş, köse de her diyenin aklına uymuş, kâh kesmiş öküzü, kâh dövmüş. Sonunda da koskoca hayvanı kuşa döndürmüş. Köse şimdi nasıl oldu diye soracak olur, ama hemen bir kahkaha kopmuş:
“Köse” demişler bu ne biçim öküz böyle Hani bunun kuyruğu, kulağı? Boynuzlarını burnunu ne yaptın? Ayaklarına ne olmuş? Gözleri ağlamış mı ne?
Köse şaşırıp kalmış. Hem “yap” demişler önceden, hem de gülüp alay etmişler sonradan ağlıyacak gibi olmuş zavallı. Şöyle etrafıma bir bakayım deyince kendisiyle alay edenlerin kırk küçük tıpkı kendisi gibi adamlar olduğunu görmemiş mi? İçinden sizin alacağınız olsun; ben bilirim yapacağımı demiş. Kösenin aklına bir şeytanlık gelmiş, gitmiş birbirine benzer iki tavşan tutup birini eve koymuş, birini pazar yerine getirmiş. Etrafını saran kırk kösenin yanında tavşana demiş ki:
“Hadi git tavşan, ablana söyle de pilav yapsın, tatlı yapsın, aklına ne gelirse yapsın; iki saat sonra buraya getirsin.”
Tavşan dinlememiş bu sözleri, çekmiş gitmiş dağlara. Köseler;
“Köse” demişler, “senin evin bu tarafta hâlbuki tavşan dağlara, taşlara gitti.”
Köse hazır cevabı hemen yapıştırmış:
“Siz bilmezsiniz o kestirmeden gidiyor.”
İki saat sonra Kösenin karısı bir elinde yemekler, öbür elinde tavşan çıkar gelir. Meğer Köse karısını tenbihlemiş, filan saat sonra filan filan yemeklerle, hem de şu tavşanla filan yere çıkar gelirsin. Kırk Köseler şaşırmışlar: bize sat bu tavşanı, bize sat diye bağırmışlar. Köse,
“Alın” demiş, “bir öküz fiyatına bir tavşan”
Öküz değil, deve fiyatına da olsa Köseler alacaklarmış zaten. Köse öküzünün acısını çıkarmış tavşanı satmış, Kırk Köseler tavşanı ortalarına alıp demişler ki:
“Tavşan her birimizin karısına uğra bize yemek getirsinler.”
Tavşan vurmuş gitmiş dağlara taşlara. Köseler ha beklerler, ha beklerler, ne gelen var ne giden, ne de tavşandan bir haber? Kösenin oyun ettiğini anlamış kırk aptal, ama geç anlamış. Gidelim Köseye bir hal edelim, bizimle alay nasıl olurmuş ona gösterelim, demişler. Kösenin kulağı delik, buları duymuş, hazırlanmış, Köseler geldiklerinde buyur etmiş içeri:
“Hiç olmazsa” demiş, “birer kahve içimlik oturun.”
Köseler kahve içmeye girmişler. Köse karısına seslenmiş:
“Hanım bize kırk kahve pişir kırkı da şekersiz olsun.” Karısı:
“Pişirmem” demiş. Köse:
“Pişireceksin” demiş. Karısı:
“Pişirmem” demiş.
Köse demiş pişireceksin, karısı demiş pişirmem başlamışlar böylece dövüşmeye. Köse en sonunda dayanamamış, çıkardığı bıçağı karısının boğazına saplamış. Kadın:
“Of anam” demiş, “kanlar içinde yere yuvarlanmış.”
Köseler korkup telaşlanmışlar:
“Hay köse neden yaptın canım. Kahve içmemiz şart değildi ya…” Köse, “sakın korkmayın” demiş. Şimdi ben onu diriltmesini bilirim. Siz bilmezsiniz kedi gibi yedi canlıdır o Günde beş on kere ölür, yine dirilir.” Kırk köseler meraklanmışlar. Hadi bakalım dirilt de görelim demişler. Köse:
“ Nah işte böyle” demiş ve cebinden bir düdük çıkarak öttürmüş.
Düdük öter ötmez karısı ayağa fırlamış!
Köseler:
“Bize sat bu düdüğü bize sat demişler.”
Köse:
“Parayı veren düdüğü çalar” demiş; birer altına birer düdük satmış.
Kırk köselerin kırkı da kösenin bu ikinci oyununa kanarak hiç yoktan karılarıyla kavga edip öldürmüşler. Ölen insan düdük değil top patlasa yine uyanmaz. Köseler de bir düdüğün hatırına karılarından olmuşlar. Ötürmüşler, ötürmüşler düdüğü, diriltememişler karılarını,
“Vay” demişler, “köse bunu da bize etti ha öyle mi?”
Kalkmışlar, Köseyi öldürmeye. Ama Köse bilmiş başına gelecekleri. Ayağında çarık, omzunda heybe çıkıp gitmiş bilinmez ülkelere Gide gide gitmiş, deniz kenarında bir çobana rastgelmiş, bakmış, çoban düşünceli.
“Ne var hemşerim demiş ne düşünüp durursun?” Çoban:
“Ah keşki öyle olsaydı” demiş. Beni padişahın kızıyla everecekler; ben fakir bir çobanım, Padişah kızıyla evlenemem ki?”
– Bundan kolay ne var hemşerim., demiş. Köse. Madem evlenmek istemiyorsun evlenme.
“Peki, iyi söyledin, hoş söyledin, ama bu sürüyü ne yapayım?”
“Düşündüğün şeye bak? Ben varım ya canım. Hem ne olur sanki sen gelinceye kadar ben bakıveririm sürüye.”
Çoban akıl akıldan; el elden üstündür diyerek koyunlarını Köseye bırakarak gitmiş, gideceği yere!
Köse ağzı kulaklarında güle oynaya şarkı türkü söyleye evin yolunu tutmuş. Giderken Kırk köseler çıka gelmişler karşısına. Hemen yakasına yapışıp:
“Seni öldüreceğiz,” demişler.
“Durun sersemler durun,” demiş Köse. Şu sürüye bakın? İsterseniz sizlerin de olabilir böyle sürü?
Köseler yine telaşlanıp;
“Bize de bul; bize de bul demişler. Nerden buldun, nasıl buldun? Köse:
“Aha” demiş “şu denizin dibinden.”
Köse, Kırk Kösenin kırk ayağına kırk büyük taş bağlayıp:
“Haydi, bakalım demiş; kendinizi gösterin? Kim daha çabuk, kim daha önden girerse, en çok onun sürüsü olur.”
Köseler birbirleriyle yarış mı kavga mı ne dersiniz deyin denize girip ses vermez yerlere gitmişler. Onlar da karılarının gittiği öteki dünyada sen ben kavgasına katılmışlar. Bir daha da bu yeryüzüne dönmemişler.
Metre sakallı, kat kat akıllı Köse kırk köselerin hesabını görüp evine döndüğünde şöyle rahatça bir nefes almış.
DERLEYEN :
Cellâddin KİŞMİR
KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1950, sayı: 17