Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, büyük bir orman kenarında, küçük bir kulübede bir aile oturuyormuş. Erkek, balta girmemiş ormandan odun keserek uzak şehirlere götürüp satar, böylece ailesine bakarmış. Kadın da, ormandaki çağlayandan eve su taşır, ağaçlardan meyve toplar, küçük tarlalarında yetiştirdikleri sebzelerden yemek yaparmış.
İşte, kuş cıvıltıları, su şırıltıları, bin bir çeşit çiçek kokuları ve gözün alabildiğine uzanan yeşillikler arasında yaşayan bu mutlu ailenin, bir gün topaç gibi bir oğlu olmuş.
Çocuk dünyaya geldiği zaman, adam gene uzak şehirlerde bulunduğu için, bütün işler kadına kalmış. Kadıncağız ne yapsın, o haliyle yataktan kalkmış, bir koluna çocuğunu sıkıştırmış, bir eline de tahtadan yapılmış kaplarını alarak su kenarına gitmiş.
Çocuğunu çimenler üzerine bırakmış. Kabını su ile doldurmak üzere çağlayanın altına uzatmış. Hasta yataktan kalktığı için, elleri, ayakları titriyor, gözleri kararıyormuş. Bir aralık, kolunun kuvvetten düştüğünü hissetmiş. Gözleri adamakıllı kararmış, kendisini kaybederek çağlayana yuvarlanmış. Ne olduğunu anlayamadan suların akışına kapılmış, sürüklenerek gitmiş…
Hiçbir şeyden haberi olmayan küçük yavru, sanki başına gelenleri anlamış gibi durmadan ağlıyor, bağırıyor, yırtınıyormuş… Fakat onun üzüntüsünü, derdini anlayan olmamış. Ana sütünü doğar doğmaz ancak birkaç yudum emmiş olan çocuk, bu tek gıdasından artık tamamen uzak kaldığını nereden bilsin!
Sevimli yavru, böyle saatlerden beri durmadan ağlarken, ormanda kendisine av arayan bir dişi kaplan, onun sesini duymuş, koşarak oraya gelmiş. Bakmış ki, ufacık bir canlı… Kendi doğurduğu yavrularına benziyor… Hemen üzerine eğilip, şurasından, burasından koklamış. Yavrunun haline acımış. Memelerini bu küçük yaratığın ağzına uzatarak sütünden emzirmeye başlamış. Annesiz kaldığından habersiz olan yavru, kaplanın memelerine öyle bir yapışmış ki, karnı iyice doyuncaya kadar emmiş, emmiş…
Kaplan, yavruyu almak için gelen giden bulunmadığını görünce, onun kimsesiz olduğunu anlamakta güçlük çekmemiş. Ağzı ile kundağından yakaladığı gibi onu inine, yavrularının yanına götürmüş.
Küçük yavru, o günden sonra, kaplan yavrularıyla düşe kalka, kaplan sütü eme eme büyümeye başlamış. O kadar çabuk büyüyor, büyüdükçe de o kadar kuvvetleniyormuş ki, bu hal, kaplan annenin bile gözünden kaçmamış. Bu insan yavrusu, beraber büyüdüğü kaplan yavrularının sırtını kolaylıkla yere getiriyor, ava çıktıkları zaman, kardeşlerinden daha başarıyla avlanıyormuş.
Bu, ormanda bulduğu yavrunun günden güne kuvvetlenmesi, boyunun uzaması, kendilerinden daha kolay avlanması dişi kaplanı düşündürmeye başlamış. Hem bu yaratık, hiç de kendi yavrularına benzemiyormuş.
«Ya bu bizim ocağımızı söndürürse» diye de korkuyormuş. Yavaş yavaş, onun, ormanda üzerlerine ateş eden insanlara benzediğini de fark etmiş. Kendilerine fenalığı dokunmadan, onu aralarından uzaklaştırmanın çaresini aramaya koyulmuş.
Bir gün, gene hep birlikte ava çıkmışlar. Kaplan anne, ona bir ağaç dibi göstererek orada beklemesini işaret etmiş. Kendisi yavrularını alarak, uzaklara, çok uzaklara gitmiş. Gidiş o gidiş. Saatler geçtiği halde, kaplan annesiyle kaplan kardeşlerinin dönmediğini gören kaplan çocuk, ormanda onları aramaya koyulmuş. Sağa koşmuş, sola koşmuş, oraya gitmiş, buraya gitmiş, yok… yok… Yorularak inine gidip uzanmış, uyuya kalmış…
Bu sıralarda, o memleketin şehzadesi de, adamlarıyla birlikte, geyik avlamak için ormanda dolaşıyormuş. Adamlarından biri, heyecanla koşup gelerek:
“Aman şehzadem,” demiş, “şurada bir kaplan ini gördük. İçinde kocaman bir insan yatıyor… Duruşundan hepimiz korktuk… Doğrusu hiç de böyle adam görmemiştik!”
Şehzade, bu kocaman adamı merak etmiş. Hep birlikte oraya gitmişler. Bakmış ki, insan azmanı birisi, kaplan ininde yatıyor. Bu adamı dikkatle incelemeye başlamışlar. Kollarının kuvveti, pazularının şişkinliğinden anlaşılıyor, ellerinin bir kaplan pençesi gibi kuvvetli ve yırtıcı olduğu da, ilk bakışta seziliyormuş. Vücudu, bacakları, kolları kıllarla kaplı olan bu iri insanın, gür saçlarıyla uzun sakalları birbirine karışmış bir haldeymiş.
Kendilerine pek benzemeyen bu insandan, şehzadenin adamları fena halde kokmuşlarsa da, şehzade, nedense ondan pek hoşlanmış. Hemen adamlarına emir vererek, «Kaplan adam» adını takıverdiği bu yaratığı sımsıkı bağlatmış. Derin derin uyuyan Kaplan adam, hiç bir şeyin farkında değilmiş. O, sadece gök gürültüsüne benzeyen horultularla uyuyormuş.
Hemen şehzadenin altı atlı av taşıma arabasını getirtmişler. 20 kişi, birer tarafından tutarak Kaplan Adam’ı yavaşça kaldırmışlar, arabaya koymuşlar, doğruca saraya götürmüşler.
Padişah, o gece, bu, hayvana benzeyen korkunç yaratıktan hiç de hoşlanmamış. Bu yüzden oğluna darılmış da…
Kaplan Adam, uyandığı zaman, kendini kalın iplerle bağlı bir halde yabancı bir yerde görünce, fena halde kızmış. Kaplan gibi kükremeye, ipleri koparmaya başlamış. İpleri tamamen kopardıktan sonra, bulunduğu yerden kaçmak için koşmaya hazırlanırken, kendisinin büyük bir demir kafesin içinde olduğunu görmüş, büsbütün hiddetlenmiş. Durmadan bağırıyor, demir parmaklıkları var kuvvetiyle sarsıyormuş. Sonra, böyle yapmakla kurtulamayacağını anlamış, çaresiz susmuş. Kafesin içine büyük bir kapla bırakılmış olan suyu bir hamlede içmiş. Sonra, başka kaplarda duran çeşitli yiyecekleri de birbiri arkasından yemiş. Yedikleri pek tatlı gelmiş. Karnı da doyduğu için hiddeti biraz geçmiş, uslu uslu oturmaya başlamış.
O sırada, şehzade, gülerek kafesin önüne gelmiş. Saki sakin oturan Kaplan Adam’a işaretle bir şeyler söylemeye başlamış.
Kaplan Adam, görünüşüyle tıpkı kendisine benzeyen şehzadenin güler yüzünden de, kulağına yumuşak gelen sözlerden de son derece hoşlanmış. Şehzade söyledikçe, o, adeta bağırır gibi kahkahalar atarak gülüyormuş…
Bu, günlerce, haftalarca, aylarca böyle devam etmiş durmuş… Kaplan Adam, bulunduğu yere, etrafındakilere, önüne konulan yemeklere her gün biraz daha alışıyormuş. Hatta söylenilen sözleri bile yavaş yavaş anlamaya başlamış.
Onu zamanla kafesten de çıkarmışlar. Artık herkese iyice alıştığı için etrafta serbestçe
dolaşıyor, bilhassa şehzadeden hiç ayrılmıyormuş. Günler geçtikçe, bazı kelimeleri iyiden iyiye tekrarlamaya, daha sonraları da kısa cümlelerle konuşmaya başlamış.
Aradan birkaç yıl geçince, Kaplan Adam, herkes gibi düzgün konuşmayı öğrenmiş. Elbise giyebiliyor, yemek yiyor, ata biniyor, geziyor, ok atıyor, kısaca her şey yapabiliyormuş. Onun diğer insanlardan farkı, sadece çok iri ve çok kuvvetli oluşu imiş.
Kaplan Adam’dan ilk geldiği sıralarda hoşlanmayan padişah da, artık onu seviyor, kendi oğlundan ayırt etmiyormuş.
Günlerden bir gün, komşu devletlerden birinin padişahı, bunlara savaş açmış.
Padişah hemen askerlerin arasına katılarak düşmanla savaşmaya gitmiş.
İki taraf arasındaki savaş o kadar çetin olmuş ki, günlerce, haftalarca sürmüş. Her iki taraf da, ne kadar ölü, yaralı verdiğini bilmiyormuş.
Kaplan Adam, askerlerin önünde, durmadan ok atıyor, yanına kimseyi yaklaştırmıyormuş. Oklar bittiği zaman atından inerek düşmana taşla, sopa ile saldırmış. Düşman askerleri onun iriliğinden, kuvvetinden, cesaretinden, önüne geleni bir dokunuşta yere serişinden o kadar korkmuşlar ki, savaş meydanını bırakarak kaçmaktan başka çare bulamamışlar. Fakat Kaplan Adam onların arkasını bırakır mı? Askerlerle birlikte, düz yollarda at üzerinde, sarp yerlerde
koşarak, tırmanarak peşlerine atılmış. Bir aralık, askerlerin komutanı, bir düşman okuyla yere cansız yıkılınca, komutayı Kaplan Adam ele almış. Zaten yenilgi halinde olan düşman, alabildiğine kaçmış. Kaçamayanlar da, Kaplan Adam’ın komutasındaki askerler tarafından tutsak edilmişler.
Zafer kazanılarak Kaplan Adam’ın komutasındaki askerler zafer şarkılarıyla şehre dönünce, başta padişah olduğu halde, bütün halk, onları sevgi gösterileriyle karşılamış.
Kaplan Adam, doğruca gelip padişahın önünde diz çökmüş. Padişah da memleketine kazandırdığı büyük zaferden dolayı Kaplan Adam’ın alnından öpmüş. Başkomutanlık kılıcını ona uzatarak:
–
Bundan sonra, demiş, ordumuzun başkomutanı sensin!
Sevinç içinde olan halk, Kaplan Adam’ı omuzlarda taşımış. Saraya kadar onu öyle götürmüşler.
Zafer üzerine, padişah, biraz dinlenmek için dost memleketlerden birine gitmeye karar vermiş.
Kaplan Adam’ı yanına çağırarak:
–
Artık, demiş, bizim için düşman tehlikesi kalmadı. Son günlerde çok da yoruldum. Mısır ülkesine kadar gidip bir gezinti yapmak, Mısır padişahına birkaç ay misafir olmak istiyorum. Ben olmadığım zamanlarda vekilimsin!
Kaplan Adam, bunun üzerine:
–
Padişahım, demiş, gösterdiğiniz itimada ve yakınlığa teşekkür ederim. Ama ancak şehzade sizin vekiliniz olabilir. Bu iş onun hakkıdır…
Padişah, gülerek karşılık vermiş:
–
Doğru, doğru ama, onu da beraber götüreceğim. Hem memleketin başında senin gibi bir kahraman bulunursa, hiçbir düşman topraklarımıza saldırmaya cesaret edemez. Benim de gözüm arkada kalmaz, gönlüm rahat eder.
Ne ise… Yolculuk hazırlığına başlanmış. Güneşli bir bahar gününde, atlas ve ipek kumaşlarla süslenmiş, her birini altışar atın çektiği on altın araba, Mısır’a doğru yola çıkmış.
Onlar gidedursunlar, biz gelelim Kaplan Adam’a:
Kaplan Adam, artık bir padişah vekili olduğu için memleketin bütün işlerine bakıyor, her şeyi düşünmek zorunda kalıyormuş…
Hele, içini daima burkan bir şey varmış ki, ondan kendini bir türlü kurtaramıyormuş. O da, yola çıkmadan önce padişahın kendisine bıraktığı kırk anahtar imiş.
Padişah, bu anahtarları kendisine verirken:
Bunlar sarayımızın kırk sihirli kapısına aittir, demiş. Senden ricam şu: Otuz dokuz kapıyı açabilirsin. Fakat kırkıncı kapıyı sakın açmayasın!
İşte, Kaplan Adam’ı düşündüren de bu kırkıncı oda imiş. “ Acaba orada ne var da Padişah açmamı istemedi” diye düşünüp duruyormuş… Hatta bu yüzden gözüne uyku bile girmiyormuş. Gidip kırkıncı odayı açamıyormuş da… Çünkü verilen sözü tutmamanın ayıp bir şey olacağını düşünüyormuş. Ama içinden gizli bir kuvvetin kendisini zorlamasına da mani olamıyormuş.
Bakmış ki, olacak gibi değil… Bir gün, sarayda hiç kimsenin bulunmadığı bir sırada, anahtarları eline alarak odaları açmaya başlamış.
İlk odanın kapısını açtığı zaman kendisini adeta rüyada sanmış. Bin bir renkli, bin bir kokulu çiçeklerle dolu cennet gibi bir bahçede kelebeklere benzeyen küçücük kanatlı peri kızları, o çiçekten bu çiçeğe uçup duruyorlar, güneşin parlak ışıkları altında şen kahkahalar atıyorlarmış. Kaplan Adam, onları uzun uzun seyrettikten sonra, kapıyı kapamış, gidip ikinci kapıyı açmış. Önüne açılıveren güzel bir ormanlıkta, kocaman kocaman devlerle, minicik minicik cüceler top oynuyorlarmış. Devlerin de, cücelerinde o kadar cana yakın halleri varmış ki, Kaplan Adam, nerede ise onların yanına gidip aralarına katılacakmış. Farkında olmadan kapıdan içeriye adımını atarken, anahtarların şangırtısı aklını başına getirmiş, padişah vekili
olduğunu, kendisini birçok işlerin beklediğini, hele gidip top oynamanın kendisine hiç de yakışmayacağına hatırlayarak vazgeçmiş… Geriye çekilerek kapıyı kapamış. Hemen üçüncü kapıyı açmış. Acaba rüyamı görüyorum diye gözlerini ovuşturmuş. Hayır, gördüğü rüya değilmiş. Değilmiş ama, böyle bir şeyin hakikat olabileceğini de bir türlü aklına sığdıramıyormuş. Gözlerini bir daha ovuşturarak bakmış. Evet, rüya değil, gördüğü hakikatmiş. Gözün alabildiğine sayısız tepecikler halinde, ışıl ışıl altın paralar, işte karşısında duruyormuş.
Doğrusu, ne yapacağını şaşırmış. Hatta bir an için kırkıncı odayı unutmuş bile…
Kendi kendine:
– Bu kadar altın para dünyayı satın alabilir!, diyormuş. Sonra da:
– Neme lazım, demiş, insanın alın teriyle kazandığı parası olmadıktan sonra, değeri mi olur… Sağlık her şeyden üstün. İnsan çalışıp kazanmalı, öyle yemeli… Başkasının parasından bana ne!
Kapıyı kapayarak kilitlemiş. Dördüncü odayı açmış. Karşısına, bu sefer de etrafı yemyeşil, yüksek ağaçlarla çevrili, baştanbaşa renkli mermerlerden yapılmış bir bahçe çıkmış. Bahçenin ortasında kristal camdan, kocaman bir havuz varmış. Yüksek ağaçların üzerinden uçarak gelen kar gibi beyaz güvercinler, birer birer havuzun kenarına sıralanıyorlarmış. Sonra, gene sıra ile havuzun sularına dalıyor, ayın on dördü, günün on beş gibi güzel birer peri kızı olarak meydana çıkıyorlarmış.
Havuzun ortasındaki kocaman fıskiyeden şemsiye şeklinde dökülen suların altında, peri kızları, şakalaşa şakalaşa, gülüşe gülüşe oynadıktan ve yüzdükten sonra, tekrar birer güvercin olup uçuyorlarmış.
Kaplan Adam onları da biraz seyretmiş. Bu esrarlı odalar, artık onun başını döndürmeye başlamış. Çünkü hangi odanın kapısını açsa, hiç hatırına gelmeyen şeylerle karşılaşıyor, hayran hayran bakmaktan kendini alamıyormuş.
Böylece, diğer odaları da açmış. Birinde, belinden aşağısı balık şeklinde peri kızları, bir başkasında, göz kamaştırıcı, altın ve gümüşten yapılmış saraylar, köşkler görmüş. Diğer bir odada aslanlar padişahına, başka bir odada ise, karıncalar hükümdarına rastlamış.
Nihayet bütün odaları aça aça kırkıncı odanın önüne gelmiş. Gelmiş ama, heyecanı da son derece artmış. O koca adamın kalbi küt küt atıyor, yanlış bir iş yamaktan pek fazla çekiniyormuş.
Padişah vekili olduğunu hatırlayınca, kapıyı açmakta bir zarar görmemiş. Anahtarı sokup kilidi açtıktan sonra, halkasından tutup kapıyı çekmiş.
Burası öteki yerlere hiç benzemiyormuş. Ufacık, oldukça da karanlık bir oda imiş. Odanın bir köşesindeki direkte, Arap bir adam, kollarından, ayaklarından bağlı olarak duruyormuş.
Kaplan Adam, önce bundan bir şey anlamamış. Kapıyı açarak sormuş:
– Kuzum senin burada işin ne? Seni ne yaptın da böyle bağladılar?
Arap, hem ağlamaya, hem de anlatmaya başlamış:
– Ben bu sarayda uşaktım. Padişah hastalandı. Hastalığının çaresini bulamadılar. Bir gün, ihtiyar bir adam çıkageldi “ Kafdağı’nın arkasındaki kırmızı sulu dereden su getirilip içirilirse bir şeyi kalmaz” dedi. Bunun üzerine, padişah, kim bu sudan bir testi getirebilirse, on kese altın vereceğini ilan etti. Getiririm diye ortaya atılıp da getiremeyen olursa, onun hemen kafasını kestireceğini bildirdi. Yaşlı kadıncağız, suyu getirebileceğini söyleyerek gitti, ama eli boş döndü. Önüne devler çıkmış; suyu alamadan geri gelmiş. Padişah, kadının kafasının uçurulmasını emretti… Cellâtlık görevini de bana verdi. Ben öyle bir şeyi yapamayacağımı söyledim. Hem, zavallı bir kadını öldürmek haksızlıktı… Fakat padişah çok kızdı. Emrini dinlemedim, suçsuz olan kadıncağızı öldürmedim diye beni buraya bağlattı. İşte kusurum bu… Sen de olsan benim gibi yapmaz mıydın?
Arap durmadan ağlıyormuş. Onun bu hali Kaplan Adam’a dokunmuş. Anlattıklarına göre de onu suçsuz bulmuş. Hemen ipleri keserek onu serbest bırakmış. Arkasından da:
– Eğer bana yalan söyledinse, elimden kurtulamazsın, demiş. Nerede olursan ol, ben seni bulurum!
Arap, Kaplan Adam’ın ayaklarına kapanmış. Gözyaşları içinde, doğru söylediğine yemin etmiş.
Sonra, var kuvvetiyle koşarak uzaklaşmış gözden kaybolmuş.
Aradan yıllar geçmiş, Kaplan Adam, Arap’ı hatırladıkça iyilik yaptığını, haksız yere hapsedilmiş bir adamı kurtardığını düşünerek memnun oluyormuş.
Bir gün, saraydaki çalışma odasında otururken, baş vezir elinde bir haber güvercini olduğu halde, içeriye girmiş. Güvercinin ayağında bir kâğıt bağlı imiş. Kaplan Adam hemen kâğıdı alarak okumuş. Bu, padişahın gönderdiği bir mektupmuş. Padişah, bu mektubunda, yolda olduklarını, birkaç güne kadar şehre varacaklarını haber veriyormuş.
Padişahı karşılamak için hazırlığa başlamışlar. Sarayın her tarafını temizlemişler. Tören programı düzenlemişler. Birkaç gün geçince, padişah ile şehzadeyi, sultanı ve yanlarındaki adamları getiren altın arabalar, şehre yaklaşmışlar. Kaplan Adam, vezirler, saray adamları, askerler ve halk, gelenleri törenle karşılamışlar.
Ertesi gün, Kaplan Adam, padişaha yaptığı işleri anlatmış. Sonra da kırk anahtarı getirip vermiş.
Padişah:
– Söyle bakalım Kaplan Adam, demiş, kırkıncı odayı açtın mı?
Kaplan Adam’ı bir düşüncedir almış. Padişaha ne karşılık versin? Yalan söylese, doğru bir hareket yapmış olmayacak. Hem zaten faydasız. Padişah nasıl olsa anlayacak. Doğru söylese, ya padişah çok kızarsa?
Ne olursa olsun, doğru söylemeye karar vermiş:
– Padişahım, demiş, bugüne kadar yalan söylemedim. Onun için gene yalan söylemeyeceğim. Evet, size söz vermiş olduğum halde, dayanamadım, içimden gizli bir kuvvet dürttü, kırkıncı odayı da açtım. Fakat pişman değilim… Haksız yere hapsettiğiniz Arap’ı kurtardım. Onu serbest bıraktım…
Padişah gülmüş:
– Doğru söylediğine çok memnun oldum, demiş. Bu yüzden yapmış olduğun kusuru da affediyorum. Ama iyilik yapayım derken nasıl bir hata işlediğini biliyor musun?
Kaplan Adam, şaşırmış, karşılık verememiş. Padişah, sözlerine devam etmiş:
– Kırkıncı odada bağlı duran Arap, oraya haksız yere hapsedilmemişti. O, fena bir adamdı. Şehzadenin küçük ve sevimli kızı Bilge’yi kaçırmıştı. Aradık, taradık, sevgili torunumu bulamadık. Adamlarım Arap’ı yakalayarak getirdiler. Ben de torunumun bulunduğu yeri bildirinceye kadar, onu hapsettirdim. Anladın mı şimdi yaptığın hatayı?
Kaplan Adam, padişahın sözleri karşısında son derece şaşırmış. Yaptığı işin yanlışlığını anlamış. Şaşkınlığı geçtikten sonra:
– Peki, ama padişahım, demiş, o kadar küçük bir kızı Arap niçin kaçırmış? Padişah:
– Niçin olacak, diye karşılık vermiş, çocuğu yokmuş. Beyaz bir çocuğu alıp evlatlık yapmaya karar vermiş. Torunum Bilge’yi de kendisi için en uygun evlatlık görerek alıp kaçmış…
Arap’ın kendisine oynadığı oyundan dolayı Kaplan Adam’ın fena halde canı sıkılmış. Padişahın önünde diz çökerek:
– Hakkınız var padişahım, demiş, bilmeyerek bir kusur işlemişim. Fakat ben o Arap’ın canını cehenneme yollamasını, sevgili torununuz Bilge’yi onun elinden kurtarmasını bilirim. Bana izin verirseniz, hemen Arap’ın peşinden gitmek istiyorum.
Padişah, Kaplan Adam’a istediği izni vermiş. Bilge’nin babası şehzade de Kaplan Adam’la beraber gitmek istiyormuş.
Her ikisi de birer kat demir elbise yaptırmışlar. Ellerinde demir asa alıp, atlarının heybelerine de altın doldurarak yola çıkmışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler… Dere tepe düz gitmişler… Geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovalamış… Ay Güneş’in, Güneş Ay’ın peşinden koşmuş… günler haftalarla, haftalar aylarla el ele tutuşmuş da gene Arap’ın bulunduğu yere varamamışlar…
Gide gide yorulmuşlar. Bir akarsu başında mola verdikleri bir sırada, gözlerine dağ başında kocaman bir mağara ilişmiş… Atların da kendilerinin de karınlarını doyurup, kana kana su içtikten, yeter derece de dinlendikten sonra, kalkıp yola koyulmuşlar.
Git gitmez misin? Git gitmez misin? Akşama doğru mağaranın bulunduğu yere varmışlar şehzade, mağaranın yanına yaklaşarak kapısından içeriye bakmış. Bir de ne görsün? Kocaman bir dev anası, yanar dağ gibi gürüldeyen, büyük bir ocağın karşısına oturmuş, tavanda asılı duran kazandaki yemeği pişiriyor. Hemen dönüp, atların yularını çözmekte olan Kaplan Adam’ın yanına gelmiş, gördüğü şeyleri heyecanla anlatmış.
Kaplan Adam gülmüş:
– Bunda heyecanlanacak ne var, demiş, korkma, gel benimle!
Kaplan Adam önde, şehzade arkada, gidip mağaranın kapısından içeriye girmişler. Ocak başındaki ihtiyar dev anası, olduğu yerde adeta uyukluyormuş. Kaplan Adam, doğruca gidip asılı duran koca kazanı yakaladığı gibi bir hamlede yere indirmiş. Dev kepçesiyle yemekten alıp ağzına götürmüş.
Kazanın yere indiği zaman çıkardığı kaba sesten gözlerini açan dev anası, bakmış ki, iki insanoğlu… Birisi, öteki insanlar gibi ufak tefek… Ama öteki devler gibi iri cüsseli… Birkaç devin birlikte yere zor zoruna indirdikleri koca yemek kazanını kolaycacık indirdiğine bakılırsa, çok kuvvetli olsa gerek.
Tam bu sırada, kaplan Adam seslenmiş:
– Heeey… İhtiyar… Ne yapıyorsun öyle?! Bir hoş geldin demek yok mu? Tanrı misafiri sayılırız.
İhtiyar dev anası, görmüş ki, bu öyle bildiği insanoğullarına pek benzemiyor. Güzellikle konuşmaktan başka çare olmadığını düşünerek:
– Kusura bakmayın, demiş, hem ihtiyarım, hem de gözlerim iyi görmez. Hoş geldiniz… Hoş geldiniz…
Kaplan Adam sormuş:
– Burada senden başka kimse yok mu? Bizim karnımız aç, hem de yorgunuz, uykumuz var…
İhtiyar, mağarayı inleten bir kahkaha atarak:
– Olmaz olur mu, demiş, benim kırk tane aslan gibi oğlum var. Sabahleyin ava çıkmışlardı. Şimdi nerede ise gelirler… Hele siz oturun da, ben torunlarımla onlara haber salayım…
Sonra, yerinden kalkmış. İki tarafına sallana sallana mağaranın kapısından çıkmış, bitişikteki başka bir mağaraya gitmiş… Orada, torunlarına:
– Haydi, çabuk koşun, babalarınıza haber verin, demiş, mağaramıza iki tane insanoğlu geldi. Ama bunlar eti yenecek cinsten değil. Geldikleri zaman ikisine de iyi muamele yapsınlar… Sonra karışmam!
Dev çocukları, koşarak babalarını çağırmaya gitmişler. Dev anası da dönüp Kaplan Adam’la şehzadenin bulunduğu mağaraya gelmiş.. Kocaman kocaman, tahtadan tabaklara kazandan doldurmuş, misafirlerin önüne koymuş. Onlar yemeklerini yerlerken, devler birer birer gelmeye başlamışlar. Şehzadenin korkudan lokmalar boğazında diziliyor, Kaplan Adam ise, gelenlere hiç aldırmadan yemeğini yiyormuş.
Devler, mağaradan içeriye girerlerken, bunlara güler yüzle:
– Hoşgeldiniz!
Diyorlarmış. Böylece, kırk dev de tamam olmuş. Yemek bittikten sonra, Kaplan Adam, yerinden kalkmış, koca yemek kazanını bir hamlede kaldırarak yerine asmış. Onun kuvvetine hayran olan devler çok iri insanoğlundan pek hoşlanmışlar. Ona:
– Söyle bakalım, demişler, böyle nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Bir derdiniz varsa, elimizden gelen yardımı esirgemeyiz…
Kaplan Adam, şehzadeyi göstererek:
– Bir padişah oğludur, demiş, küçük kızı Bilge’yi kötü kalpli bir Arap kendisine evlat yapmak için kaçırdı. Kızı elinden kurtarmak, onun canını da cehenneme göndermek için yola çıktık. Bulunduğu yeri arıyoruz. Ah bir bulabilsek?!
Dev anası, öteden atılarak:
– Aradığınız Arap’ı anladım, demiş. O, Geçit vermez Çay’ın öte yanındaki Sivri Dağ’ın arkasında bir köşkte oturur. Ama Geçit vermez Çay’ı da, Sivri Dağ’ı da bugüne kadar aşabilen çıkmadı. Biz bile oralara varamayız. Fakat sen, çok kuvvetli, gözü pek bir adama benziyorsun. Arkadaşın da seninle beraber giderse, bir daha geri döneceği şüphelidir.
Kaplan Adam, dev anasının sözlerini dikkatle dinledikten sonra:
– Bana yardım ettiğin için sana teşekkür ederim, demiş. Ben nasıl olsa o ahlaksız Arap’ı ele geçiririm. Dönünceye kadar şehzade burada kalsın. Onu size emanet ediyorum. Eğer onun kılına dokunursanız, padişahın bütün ordusunu emrime alır, üzerinize gelerek hepinizi yok ederim. Anladınız ya?
Dev anası gülmüş:
– Kaplan oğlum, sen hiç tasalanma, demiş, biz yiğit insanlara dokunmayız. Sen de arkadaşında iyi kimselere benziyorsunuz. Bundan sonra hep dost kalacağız sen Arap’ı bulup gelinceye kadar arkadaşın yanımızda kalabilir. Onun vaktini hoş geçirmesi için elimizden geldiği kadar çalışacağız. Haydi, yolun açık olsun!
Kaplan Adam, şehzade ile kucaklaştıktan sonra, dev anasına ve dev çocuklara ayrı ayrı veda ederek yola çıkmış.
Dağlarda, bayırlarda atını dört nala sürüyor, adeta bir kuş gibi uçuyormuş geçtiği yollarda nal seslerinden ürken geyikler, karacalar, şuraya, buraya kaçışıyorlar, tavşanlar birer deliğe siniyorlar. Kuşlar konduklar ağaçlardan sürüler halinde kalkarak uzaklaşıyorlarmış.
Böylece. Gitmiş, gitmiş, gitmiş… Akşam olmuş, hava kararmış.
Ormanda bir ağacın üzerine çıkarak gecelemiş.
Sabah olunca, buz gibi bir pınarda yüzünü yıkamış. Ağaçlardan meyve toplayarak karnını doyurmuş. Otlarla karnını doyuran atını da bir güzel suladıktan sonra, yola koyulmuş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Konarak, göçerek bir çeşme başına varmış. Orada bakmış ki, üç çocuk kavga ediyor. Hemen yanlarına giderek:
– Çocuklar, niçin kavga ediyorsunuz, demiş, babanızın mirasını mı paylaşamıyorsunuz?
İçlerinden biri:
– Öyle ya, demiş. Nasıl bildin?
Kaplan Adam şaşırarak:
– Ne bileyim, demiş, öyle söyledim işte. Demek miras kavgası ediyorsunuz. Peki, paylaşamadığınız şey nedir?
Çocuk, şöyle demiş:
– Biz üç kardeşiz. Babamız öldü. Bize bir koyun postu ile bir kamçı bıraktı. Bu iki paylaşamadığınız eşyayı aramızda bir türlü bölüşemiyoruz. Sen bu işe bir çare bulabilir misin?
Kaplan Adam:
– Bundan kolay ne var, demiş, bu koyun postu ile kamçıyı pazarda satarsanız ikisine bir altın bile vermezler. Alın ben size on beş altın veriyorum. Her birinize beşer altın düşer. Size de bu altın uzun zaman için yeter. Nasıl, oldu mu?
Çocukların üçü de sevinerek Kaplan Adam’ın etrafını almışlar. Onun verdiği beşer altını ceplerine indirmişler.
Kaplan Adam, koyun postu ile kamçıyı aldıktan sonra, çocuklardan biri:
– Amca, demiş, o koyun postu ile kamçı sihirlidir. Posta binersen, seni havaya uçurur, kamçı ile de vurursan, istediğin yere götürür. Haydi, güle güle!
Çocuklar altınların sevinci ile uzaklaşırken, Kaplan Adam, koyun postuna bindiği gibi göklere yükselmiş. Kamçı ile posta vurarak Geçitvermez Çay’a doğru yol almaya başlamış.
Post yıldırım hızı ile gidiyor, Kaplan Adam boşluğa yuvarlanmamak için iki tarafına sımsıkı sarılıyormuş.
Biraz sonra, Geçitvermez Çay, aşağılarda bir şerit gibi kalmış, post Çay’ın üzerinden hızla geçerek Sivri Dağ’a doğru yoluna devam etmiş.
Tepesi bulutlar karışan Sivri Dağ, uzakta bir hayal gibi görünüyor, post ona doğru durmadan yaklaşıyormuş. Kâh güneş altında, açık havada giden, kâh bulutların arsından geçen post, Sivri Dağ’a iyiden iyiye yaklaşınca Kaplan Adam, yeniden bir kamçı vurarak Post Dağ’ın tepesinden daha yüksekler çıkarmış.
Kaplan Adam, dikkatle Sivri Dağ’a bakıyormuş. Üstünden geçerken gördüğü keskin kayalıklar, büyük uçurumlar, içine adeta bir korku düşürmüş. Kendi kendine dev anasına hak vermiş. O korkunç manzaraları görmemek için birkaç saniye gözlerini kapamış.
Gözlerini yeniden açtığı zaman, Sivri Dağ’ın arkada kaldığını, önüne yemyeşil, kocaman bir ovanın ortasında yüksek kaleler arasında, pek büyük köşk görmüş. Hemen alçalmaya başlamış.
Alçalmış, alçalmış, alçalmış. Köşkün bahçesinde bir ağacın yanına inmiş. Kamçı ile postu ağacın dalları arsına saklayarak, köşke doğru yürümüş. Hem yürüyor hem de köşkü, etrafı inceliyormuş.
Kalelerin boyunca yükselen ağaçlar, türlü türlü sesler çıkaran kuşlar, köşkün kapalı pencereleri, insan boyundaki yabani otlar, parmak büyüklüğündeki karıncalar, demir parmaklıklı kocaman kale kapısı, kale oyuklarına yuva yapmış akbabalar, oralarının insan eli değmemiş, korkunç bir yer olduğunu ilk bakışta anlatıyormuş.
Köşkün kocaman kapısı aralıkmış. Görünürlerde kimseciklerde yokmuş.
Ayaklarının ucuna basarak içeriye girmiş. Köşkün içinde adeta kulakları sağır eden bir sessizlik varmış. Sadece bahçede öten kuşların sesi uzaktan uzağa geliyor, bu sessizliği bozuyormuş. Geniş, mermer merdivenler, kalın ve yüksek sütunlar, her tarafı kaplayan loşluk, ilk bakışta dikkate çarpıyormuş.
Yavaş yavaş, merdivenleri çıkmaya başlamış. Hem çıkıyor hem de etrafı dikkatle dinliyormuş. Her katta birkaç tane büyük ve kapalı oda kapısı varmış. Bu kapıları açmak için tokmaklarını çeviriyor, fakat açamıyormuş.
Böylece en üst kata kadar çıkmış. O zaman kulağına yanık yanık söylenen bir türkü gelmiş. Türküyü söyleyen sesin bir genç kız sesi olduğunu fark edince, bunun Bilge olduğunu anlamakta zorluk çekmemiş.
İçinde birdenbire bir sevinç parlamış. Düşman elindeki bir tutsağın yerini bulmuş ve onu kurtarmış gibi heyecanlanmış.
Gene ayaklarının ucuna basarak sesin geldiği odaya doğru yaklaşmış. Odanın kapısı kapalı imiş. Kapının önünde birkaç saniye durup, açayım mı, açmayayım mı diye düşünmüş. Sonra tokmağı çevirip içeriye girmiş. Kapının gıcırtısından birdenbire korkan Bilge, dönüp o tarafa bakmış. Arap’ı beklerken, karşısında, dev iriliğinde, yakışıklı bir adam görünce, önce şaşırmış. Sonra:
– Kimsiniz, diye bağırmış, buraya nasıl geldiniz?
Kaplan Adam, ona ağır ağır yürürken:
– Korkmayınız, demiş, ben size fenalık yapmak için değil, iyilik yapmak için gelen bir insanoğluyum. Evvela söyleyin bana, Arap nerede?
Bu sözler, Bilge’nin yüreğine biraz su serpmiş. Ona:
– Arap şimdi burada değil, demiş. O sabahları çıkıp gider. Ben akşama kadar temizlik yapar, yemek pişirir, bütün işleri görürüm o, hava karardıktan sonra gelir. Çok geçimsiz, vahşi ve fena ahlaklı bir adamdır. Beni evlatlık yapmak için buraya kaçırdığı halde, burada bir hizmetçiden farkım yok. Üstelik her gün dayak da yerim.
Üzüntüsü ve kederi, yüzünün sarılığından, zayıflığından ve üstünün perişanlığından belli olan Bilge’ye, Kaplan Adam pek acımış. Onu okşayarak:
– Sen üzülme sultanım, demiş, artık üzüntün ve kederin sona erecek. Seni babanın, annenin ve padişah dedenin yanına götüreceğim. Ben memleketinizin başkomutanıyım. Babanın da yakın arkadaşıyım. Seni buradan her ne pahasına olursa olsun kurtaracağım. Şimdi beni dinle: Burada gizlenecek bir yerin varsa, beni oraya sakla! Akşam Arap dönüp de buraya gelince, ben hemen onu iple bağlayacağım, sonra hep beraber saraya gideceğiz. Şayet bana karşı gelecek olursa, bir kılıç vuruşuyla onun başını uçuruveririm. Kafasını da yanımıza alarak memlekete gideriz, olur mu?
Bilge, kendisini korkunç Arap’ın elinden kurtarmaya gelen Kaplan Adam’ın ellerine sarılıp öpüyor, sevinç gözyaşları döküyormuş. Ona:
– Arap, sizin ve benim gibi bir insan değildir ki, demiş, size karşı gelmesin… O, yedi canlıdır. Kılıç onun hiçbir yerini kesmez. Yalnız, o her zaman böyle değildir. Bazen sizden ve benden farkı olmaz. O vakit kendisinden kuvvetli bir insan ona her şeyi yapabilir. Bazen de yedi canlı oluverir. O zaman da ona kimse dokunamaz.
Kaplan Adam, bundan bir şey anlamamış:
– İyi ama demiş, bu nasıl şey sarayın kırkıncı odasında ben onu bağlı olarak bulmuştum. Kendisini iplerden kurtarıp serbest bırakmam için yapmadığını bırakmadı. Yalan söyleyerek beni kandırdı, kaçtı. Yedi canlı olsaydı, yakalanıp hapse atılabilir miydi?
Bilge gülerek:
– Durun, onun sırrını size anlatayım, demiş. Ben de geçenlerde iyi bir zamanda bunu kendisinden öğrendim…
Bilge misafirine yer gösterip kendisi de karşısına oturduktan sonra, anlatmaya başlamış:
– Şu taraflarda bir Domuz Dağ’ı varmış. O dağda gayet iri, kuvvetli bir domuz yaşıyormuş. Bu domuzun karnında iki tane kutu varmış. Bu kutulardan birinin içinde beyaz, ötekinin içinde siyah bir güvercin bulunuyormuş. İşte bu güvercinlerin beyazı Arap’ın kuvveti imiş. Siyah güvercin de, canı… Anladın mı şimdi? O domuzu öldürüp de karnından bu kutuları çıkarıp güvercinlerin kafasını koparmadıkça, Arap’ı hiç kimse kaldıramazmış. Domuz uykuya yattığı zamanlar, Arap’ın da kuvveti kalmıyor, bizim gibi bir insan oluyor. O zaman kendisine her şey yapılabilir. Ama domuz uyanıkken Arap yedi canlıdır. Onu hiç kimse alt edemez. Vücuduna ne ok, ne de kılıç işlemez. Domuzun ne vakit uykuda ne vakit uyanık olduğunu bilmek de imkânsız. Dedem Arap’ı yakalattığı zaman, herhalde domuz uykudaydı. Domuz sonra uyanmıştır ama Arap sihirli odadan kurtulup kaçamamıştır…
Kaplan Adam, Bilge’nin sözlerini dikkatle dinlemiş. Öğrendiklerinden memnun olarak:
– İyi ya, demiş, onunla karşılaştığımız zaman, şayet domuz uykuda ise, işini bitiririm…
Bilge heyecanla onun sözünü kesmiş:
– Peki ya domuz uykuda değilse, ne olacak?
Kaplan Adam, gülerek:
– Heyecanlanma sultanım, demiş, domuz uyanıksa buradan çıkarak gidip onu bulur, öldürürüm. Sonra da karnını yararak kutuları çıkarır, güvercinlerin kafalarını koparırım…
Bilge, ümitsiz bir halde:
– İyi ama demiş, siz buradan kaçamazsınız ki… Etraf yüksek kalelerle çevrili…
Onlar böyle konuşmaya daldıklarından, vaktin geçip akşam olduğunu, havanın kararmaya başladığını fark etmemişler. Neden sonra Bilge’nin aklı başına gelmiş:
– Arap nerede ise gelir, demiş, siz şu perdenin arkasına saklanın. Ama dikkat edin, sonra ikimizin de sonu fena olur…
Kaplan Adam, Bilge’nin gösterdiği perdenin arkasına saklandığı zaman dışardan gök gürültüsünü andıran bir ses duyulmuş.
Bilge:
– İşte, demiş, Arap geliyor. Bu gürültü, kale kapısının kapanışıdır. Aman kendinize dikkat edin!
Birkaç dakika sonra, Arap odadan içeriye girmiş. Şöyle bir etrafı gözden gezdirerek:
– Burada insan kokusu var, demiş, yoksa bir yabancı mı geldi?
Bilge bir yalan uydurmaya çalışırken, Kaplan Adam, pencerenin arkasından çıkarak, yüksek sesle:
– Evet, iyi bildin, demiş. Burada biri var ama yabancı değil! Tanıdın mı beni?
Arap, karşısında Kaplan Adam’ı görünce, bir kahkaha atarak:
– ah dostum vah, diye kükremiş. Yalanıma inandın, bana acıyarak kırkıncı odadan beni kurtardın ama, ben acımak nedir bilmem. Buradan sağ çıkamayacaksın. Koru kendini…
Arap çevik bir hareketle, duvarda asılı duran bir kılıcı kaptığı gibi Kaplan Adam’ın üzerine yürümeye başlamış. Kaplan Adam da kılıcını çekerek Arap’ın üzerine atılmış.
İkisi arasında öyle bir kılıç çarpışması başlamış ki, korku içinde kalan Bilge, büzülerek saklandığı köşeden bu çarpışmayı yüreği ağzına gelerek seyrediyormuş.
Vücuduna kılıç işlemediği için, Arap çok serbest çalışıyor, Arap’dan daha iri ve daha kuvvetli olduğu için, Kaplan Adam da, kılıcı ona kolayca dokundurabiliyormuş. Ama Kaplan Adam, Arap’ın kılıcı kendisine dokunmasın diye de, daima korunuyor, eşyaları bazen kendisine siper ediyormuş.
Kılıçların birbirlerine sert sert çarpışmasından çıkan sesler, Bilge’nin yüreğini ağzına getiriyor, Kaplan Adam’a bir şey olacak diye aklı başından gidiyormuş.
Bu çarpışma arasında, Kaplan Adam, kılıcı Arap’ın, omzuna, kollarına, karnına, kafasına hatta göğsüne birkaç defa dokundurduğu, hızla vurduğu halde, araba hiçbir şey olmamış. O, adeta oyun oynuyormuş gibi kahkaha atıyor:
-Seni elimden padişahın askerleri bile kurtaramayacak, seni burada parça parça edeceğim! Diyormuş.
Kaplan Adam, anlamış ki, Arap’ı öldürmek kolay olmayacak… Bilge’nin dedikleri çıkıyor. Her halde domuz uyanık… Artık buradan gidip domuzu bulmak gerek…
Hemen aklına geleni yapmaya karar vermiş. Yavaş yavaş kapı tarafına doğru dönmüş. Çarpışa çarpışa kapıdan çıkmış. Arap peşini bırakmadığı için, çarpışma koridorda ve merdivenlerde devam ediyormuş.
Kaplan Adam’ın kaçmak istediğini anlayan Arap:
-Korktun değil mi koca herif, diye bağırmış, nerde kaldı senin kuvvetin?! Göster kendini bakalım…
Kaplan Adam korkar mı hiç? Hemen karşılık vermiş:
-Korkmak mı?! Ben öyle bir şey bilmediğimi sana ispat edeceğim… Senin canını cehenneme göndermeye ant içtim. Göreceksin, bunu yapacağım…
Gene alaylı alaylı kahkaha atan Arap:
-Köşkümün etrafında yüksek kaleler olduğunu unutuyorsun galiba, demiş, buradan hiç kimse çıkamaz…
Arap böyle yüksekten ata ata konuşurken, Kaplan Adam, Arap’ın kılıç tutan eline öyle bir indirmiş ki, Arap’ın kolu kopmamış ama, kılıcı elinden düşmüş, merdivenlerden aşağı yuvarlanmış.
Bu fırsatı kaçırmayan Kaplan Adam, arkasına bakmadan, merdivenleri dörder, beşer atlayarak kapının bulunduğu yere inmiş. Bir sıçrayışta kendisini bahçeye atmış.
Onun kaçtığını sana Arap, nasıl olsa bir yere gidemeyeceğini, bahçenin bir köşesinde onu yakalayacağını düşünerek hiç acele etmiyormuş. Gidip kılıcı aldıktan sonra, Kaplan Adam’ın arkasından bahçeye çıkmış.
Kaplan Adam, var kuvvetiyle koşuyor, Arap da biraz uzaktan onu kovalıyormuş.
Çok geçmeden, Kaplan Adam, kamçı ile postu sakladığı ağacın altına gelmiş. Arap’ın tam yanına yaklaşacağı sırada posta binerek havalanmış.
Hiç hatırına gelmeyen bir şeyle karşılaşınca, Arap, fena halde kızmış. Kaplan Adam’ın arkasından seslenmiş:
-Kaçmakla elimden kurtulduğunu sanma! Bilge burada oldukça, seni ne zaman olsa ele geçiririm…
Bu sefer kahkaha sırası Kaplan Adam’a gelmiş. Yavaş yavaş uzaklaşırken:
-Kaçmak mı, diye bağırmış, benden öyle şey bekleme! Bana yalan söylediğin için senin cezanı kendi elimle vereceğim… Şimdi nereye gittiğimi biliyor musun? Domuz Dağ’ına gidiyorum… Senin domuzu öldürüp, kuvvetini de, canını da yok edeceğim…
Kaplan Adam’ın sözleri karşısında, Arap, şaşkına dönmüş. İçine bir korkudur düşmüş. Kendi kendine, bu adam domuzu öldürür de karnındaki kutuları çıkararak güvercinlerin kafalarını koparırsa, öldüğüm gündür, demiş.
Önce “Kaplan Adam, Domuz Dağ’ındaki benim domuzu nereden öğrendi acaba”, diye düşünmüş. Bu sırrı yalnız Bilge’nin bildiğini hatırlayarak, Kaplan Adam’ın ondan öğrendiğini bulmakta zorluk çekmemiş. Hemen gidip Bilge’yi öldürmeye karar vermiş. Köşke doğru hızla adımlarla giderken, Kafsını gökyüzüne kaldırarak gökyüzüne bakmış. Bir de ne görsün? Kaplan Adam, havada bir nokta gibi görünüyor. Domuza gittikçe yaklaşıyormuş.
Arap kaybedecek zamanı olmadığını düşünerek, kale kapısına doğru hızla koşmuş. Kapının yanındaki merdivenden kalenin tepesine çıkmış. Oradaki kartallardan birinin sırtına atlayarak Kaplan Adam’ın peşine düşmüş.
Kartal ne kadar hızlı uçsa da, Kaplan Adam’ın yıldırım gibi giden sihirli postunun onda biri kadar bile yol alamıyormuş.
Çok geçmeden, Kaplan Adam, Domuz Dağ’ının üzerine varmış. Alçaktan uçarak domuzu aramaya başlamış. Nihayet bir su başında koca domuzu görmüş.
Kamçıyı vurduğu gibi, postu hızla domuzun yanına indirmiş. Kılıcı, postu, kamçıyı bir kenara koyup domuzun üzerine atılmış.
Aralarında çok çetin bir boğuşma başlamış. Kaplan Adam, bazen domuzu altına alıyor, fakat onu bir türlü öldüremiyormuş. Domuzun boynu o kadar kalın, gövdesi o kadar yağlı, derisi o kadar sertmiş ki, Kaplan Adam, bu yırtıcı hayvana hiçbir şey yapamıyormuş.
Buna karşılık, onun eli, yüzü, kolları, bacakları kan içinde kalmış…
Böylece birbirlerini öldüresiye boğuşurlarken, Kaplan Adam’ın ayağı kocaman bir taşa takılmış, sırtüstü yıkılmış. Bu fırsatı kaçırmayan domuz, hemen Kaplan Adamın üzerine çullanmış.
Durumunu fena olduğunu anlayan Kaplan Adam, sol yumruğunu sıkarak kolunu domuzun açık olan ağzından boğazına kadar sokmuş. Maksadı, domuzu boğarak öldürmekmiş.
Domuz, boğulmamak için biraz gerilemiş. Kaplan Adam, derhal ayağa kalkarak kolunu kurtarmaya çalışırken, domuz kuvvetli bir ısırışla, Kaplan Adam’ın elini bileğinden koparmış.
Kaplan Adam, sol bileğinden kanlar aka aka koşup kılıcını almış. Arkasından hızla koşan domuz kafasına var kuvvetiyle sokmuş
Birdenbire neye uğradığını anlamayan domuz, önce biraz sendelemiş. Bu sırada, Kaplan Adam kılıcını hızla çekmiş, çıkarmış. Domuzun kafasından bir fıskiye gibi kan fışkırırken, o, kılıcı bu sefer daha kuvvetle domuzun boynuna vurmuş. Domuzun Kafsı kopmamış ama bu vuruş, onu yere sermeye yetmiş. Koca domuz, kafasından, boynundan kanlar aka aka,
homurdan homurdana yerde yuvarlanır, tepinirken, Kaplan Adam, kılıcı bir kere de hayvanın karnına saplamış.
Onlar böyle savaşıp durularken, kartalın sırtındaki Arap da, Domuz Dağı’na iyiden iyiye yaklaşmış.
Kaplan Adam, kılıcını bir daha sokarak domuzun karnını adamakıllı yarmış. Domuzun bağırsaklarıyla beraber, iki kutu da ortaya çıkıvermez mi?!
Kaplan Adam, kutuları eline alıp dikkatle barkken, Arap’ı getiren kartal da, beş on adım kadar ileriye konuvermiş. Kanat sesine başını kaldıran Kaplan Adam, kartalın sırtından Arap’ın telaşla indiğini görünce, tehlikeyi sezmiş. Arap, üzerine doğru gelmeye hazırlanırken, hemen kutunun birini açmış. İçinde kara güvercini görünce. Onun kafasını koparmayı sonraya bırakarak, kutuyu tekrar kapamış. Öteki kutudaki beyaz güvercini çıkarıp kafasını koparmış.
O anda, Arap’ın “ah!” diye bağırdığı duyulmuş. Ahından dağlar, taşlar inlemiş.
Kaplan Adam, gülerek ona doğru bakarken, Arap da yalvarıyormuş:
-Ne olur Kaplan Adam, ben ettim sen etme! Canımı olsun bağışla! Bundan sonra senin uşağın, kölen olayım… Ben artık kuvvetim de gitti. Şimdi canım da senin elinde. Artık hiç kimseye fenalığım dokunamaz. Ne olur, kıyma bana!
Kaplan Adam, kara güvercinin bulunduğu kutuyu elinde tutarak:
-Sözlerine bir kere inandım, başıma birçok şeyler geldi, demiş. Bak işte, bu yüzden sol elimi bile kaybettim. Artık sana nasıl inanabilirim… Bundan sonra başkalarına fenalık yapmaya göz yummam!
Kaplan Adam, sözlerini bitirince, sağ eliyle sırtındaki gömleği yırtarak, hala kanamakta olan sol bileğini sarmış.
Bütün kuvveti gitmiş, Arap, korku içinde titriyor, acaba Kaplan Adam kara güvercinin de başını kopararak beni öldürecek mi diye bakıyormuş.
Kaplan Adam, daha fazla zaman kaybetmenin doğru olmadığını düşünerek, kara güvercinin bulunduğu kutu ile kılıcını sağ eline almış, Arap da beraber posta binmişler, hızla havalanmışlar.
Kaplan Adam, sihirli kamçısıyla vurarak, postu Arap’ın köşküne doğru yollandırmış. Çok görmeden, post, köşkün bulunduğu yere gelmiş, vız diye bahçeye inmiş. Bilge de zaten heyecan içinde bekliyormuş. Postun üzerinde Kaplan Adamla beraber Arap’ın da geldiğini görünce, domuzun öldürüldüğünü anlamakta zorluk çekmemiş. Uzun süren bu tutsak hayatından artık kurtulacağını düşünerek son derece sevinmiş. Daha sonara koşa koşa merdivenlerden aşağıya inerek onların yanına gitmiş. Hemen koşup Kaplan Adam’ın ellerine sarılmış.
Arap, Bilge’ye çok fena bakıyor, fakat artık hiçbir kuvveti kalmadığı için, ona dokunamıyormuş. Kaplan Adam, Bilge’yi de yanına alarak postu bıraktığı yere doğru yürümüş. Arap gitmek istemiyor, olduğu yerde duruyormuş. Kaplan Adam dönüp onun yanına giderek kolundan tutmuş, sürükleye sürükleye postun yanına getirmiş. Arap, durmadan çırpınıyordu, Kaplan Adam’ın elinden kurtulmaya çalışıyormuş. O böyle uğraşıp dururken, Bilge ile Kaplan Adam posta güzelce oturmuşlar. Post hemen havalanmış. Kaplan Adam Arap’ın kolunu bırakmadığı için, kendileri rahat rahat oturdukları halde, Arap boşlukta sallanıyormuş. Bu durumun tehlikeli olduğunu, Kaplan Adam’ın elinden kurtulamayacağını anlayan Arap, çaresiz posta çıkıp oturmuş. Her üçü de, düşmemek için posta sıkı sıkı tutunuyorlarmış. Bilge’nin sevinçten ağzı kulaklarına varıyor, Arap ise bu sefer kurtuluş olmadığını düşünerek kederli kederli oturuyormuş. Sihirli post yıldırım hızıyla yol alıyor, koca, koca dağları, yemyeşil ormanları, şerit şerit nehirleri, uçsuz bucaksız ovaları geçiveriyormuş.
Akşama doğru devlerin mağarasına varmışlar. Yere indikten sonra, Kaplan Adam önde, Bilge onun yanında, Arap da arkada olduğu halde, mağaradan içeriye girmişler. Onların geldiklerini hisseden devler, hep birden kalkıp bunları karşılamışlar. Şehzade, sevgili kızına
koşarken, Bilge de ona doğru sevinçle atılmış. Önce baba ile kızın kucaklaşmasını zevkle, gururla seyreden Kaplan Adam, sonra dev anasına dönerek:
-İhtiyar, işte senin ele geçmez dediğin Arap avucumun içinde, demiş. Bak ne de kuzu gibi, görüyor musun?
Dev anası da çocukları da, Kaplan Adam’ın bu başarısı karşısında ondan adeta ürkmüşler, birbirlerine şaşkın şaşkın bakmaya başlamışlar.
Daha sonra, hep birlikte yemeğe oturulmuş. Dev anası misafirlerine en güzel yemeklerini yedirmiş. Kaplan Adam’ın dileği üzerine Arap’a da ekmek vermişler.
Yemek bitmiş. Dev anası, misafirlerini öteki mağaralarda hazırlattığı yerlere götürüp yatırmış. Arap’ı da kaçmasın diye kendi yanına alıkoymuş; boş bir yemek kazanını içine oturtarak kazanı da tavana asmış
Kaplan Adam, ertesi sabah, tanyeri ağarırken uyanmış. Şehzade ile Bilge’yi de uyandırmış. Hemen hazırlanmışlar. Arap’ı da yanlarına alıp devlere de veda ederek hep birden posta binmiş, havalanmışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe dağ aşmışlar… Güneş tepeye varmadan, padişahın ülkesine ulaşmışlar. Doğruca sarayın bahçesine konmuşlar.
Havadan doğru hızla bir şey indiğini, daha sonra da bunun dört kişi olduğunu gören saray askerleri, postun indiği tarafa koşmuşlar. Oraya vardıkları zaman, şehzade, Bilge ve Başkomutanları Kaplan Adam’la karşılaşınca ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hemen koşup padişaha haber vermişler. Padişah da, sultanı yanına alıp onları görmeye giderken merdivende karşılaşmışlar. Padişahla ihtiyar karısının, sevgili torunları Bilge ile şehzadeyi kucaklaması görülecek şeymiş. Birbirlerine yeniden kavuştukları için sevinç gözyaşları döküyorlarmış.
Kaplan Adam, biraz geride duruyor, güler yüzle onları seyrediyormuş. Neden sonra, padişah oğlundan ve torunundan ayrılarak Kaplan Adam’a doğru yürümüş. Kaplan Adam, hemen ilerleyerek padişahın elini öpmüş. Padişah da onu kucaklayarak alnından öpmüş. Fakat Kaplan Adam’ın sol bileğini sarılı görünce, merak ederek hemen sormuş.
Konuşa konuşa salona çıkarlarken, Kaplan Adam, bütün başından geçenleri, elini nasıl kaybettiğini, padişaha bir bir anlatmış.
Padişah, Kaplan Adam’ın cesaretine ve fedakârlığına son derece hayran kalmış. Ona:
-Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum oğlum, demiş. Beni nihayet torunuma kavuşturdun!
Kaplan Adam, karşılık vermiş:
-Ben sadece görevimi yaptım padişahım. Arap da şimdi aşağıda. Bu kutuda da canı saklı kutu sizde durdukça, Arap kuzu gibi bir adam olarak kalacaktır. İsterseniz kutunun içindeki kara güvercinin başını koparalım, Arap hemen ölsün!
Padişah:
-Hayır, demiş, sen onun bütün kuvvetini elinden almakla zaten cezasını vermişsin. Öldürüp de ne yapacağız. O, yaşadıkça, hiçbir fenalığın cezasız kalmadığını anlayacak, o haliyle başkalarına da örnek olacaktır. Sana gelince, bu hareketini mükâfatlandıracağım. Artık iyice ihtiyarladım. Ben çekiliyorum, yerime sen padişah olacaksın
Kaplan Adam, kızararak:
-Nasıl olur padişahım, demiş, ben bir iş yaptımsa bunu mükâfat görmek için yapmadım. Size vermiş olduğum sözü, merakımı yenemeyerek tutmamış, bu suretle yalancı bir duruma düşmüştüm. Bu hatamı düzeltmek için koştum, yoruldum, uğraştımsa, bu benim verdiğim sözde durmamamın cezası olmuştur. Hem, padişahlık, oğlunuzun hakkıdır. Eğer kendimi affettirebildimse, gene başkomutan olarak kalmak benim için en büyük mükâfattır.
Kaplan Adam’ın bu sözleri, padişahın son derece hoşuna gitmiş.
Ve o günden sonra, Kaplan Adam’ı yanından hiç ayırmamış.
Onlar emiş muradına, biz çıkalım tavan arasına.