Bir varmış, bir yokmuş… Zengin bir tüccar varmış. Artık o kadar zenginmiş ki malının hesabını bilmezmiş.
Bu tüccarın hiç çocuğu yokmuş, onun için de karı koca dünyadan hiç lezzet almadan yaşarlarmış.
Bir gün tüccar sokakta giderken bir dervişe rastlamış. Derviş demiş ki:
“Selamünaleyküm, ağam.”
Tüccar da: “Aleykümselam, derviş baba,” diye ihtiyarın selamını almış.
“Neden bu kadar üzgünsün?” diye sormuş derviş.
“Ah, derviş baba, demiş beriki, Allah bana haddinden aşkın mal verdi, ama neyleyeyim, bir evlat vermedi. Onun için dünyadan hiçbir lezzet almıyorum.
Bunun üzerine derviş:
“Bu gece bir abdest al, iki rekât namaz kıl, bir kız evladın olacak. Ama yedi yaşına kadar senin, yedi yaşından sonra benim… Adını da ben gelmeden koymayın,” der; adamcağız da “Hay hay,” der, razı olur.
“Ben yedi sene evlat yüzü göreyim de ondan sonra senin olsun,” der. Derviş bırakır gider, adam da eve gelir. Dervişin tarifi üzerine abdest alır, namaz kılar, Allah’a dua eder. Dokuz ay sonra, dünya güzeli bir kızı dünyaya gelir. Ana baba sevinçlerinden çıldırırlar; ama bir yandan da kara kara düşünürlermiş: “Biz bunu nasıl vereceğiz, ondan ayrılmaya nasıl dayanacağız?” diye. Sabah akşam lakırdıları bu imiş.
Çocuk büyür, altı yedi yaşına girer, daha adı konmamış. Derviş de bir daha görünmemiş. Ana baba, düşünürler, sonunda çocuklarını mektebe başlatmaya karar verirler. Yer yerinden kalkar artık, aminler, dualar¹, kızı mektebe başlatırlar.
O gün akşam olur. Çocuk ağlayarak eve gelir: “Benim adım yok mu? Herkes benimle alay ediyor…” der. O vakit anası babası kıza, dervişin dediklerini bir bir anlatırlar. Kızcağız çok mahzun olur, yüreğinde bir acı duyar ama sesini çıkarmaz. Mektebine devam eder, çocukların alaylarına da katlanır.
Bir gün akşamüstü evine gelirken önüne bir derviş çıkar.
“Kızım senin adın Sitti² Nusret’tir… Annene babana söyle, vaatlerinde duruyorlar mı?” der. Kız, “Peki,” der, ama eve gelinceye kadar da dervişin tembihini unutur. Ferdası gün derviş gene kızın karşısına çıkar.
“Kızım niçin unuttun?” der. Sonra kızın cebine bir avuç taş koyar:
“Akşam, dadın: Bu taşlar nedir? Diye sorunca, dediklerimi hatırla, çık annene söyle,” der. Çocuk da, “Peki, derviş baba…” der, ayrılır.
Akşam olur. Dadısı kızı soyarken cebindeki taşları görür: “Küçük hanım bu taşlar nedir?” diye sorar. Kız da cevap vermeden çıkar annesine:
“Benim ismim Sitti Nusret’miş… Bir dervişe rastladım, o söyledi… Hem de: Annen baban vaatlerinde duruyorlar mı? diye sordu,” der. Ana baba, yüreklerinde korku, hep bu işareti bekliyorlarmış… Sabaha kadar, kızlarının başucunda ağlarlar. Sabah erkenden kapı çalınır. Bir atın üstünde derviş gelir. Kızı indirirler, elleriyle dervişin kucağına verirler; derviş de alır kızı çeker gider. Biraz uzaklaşınca: “Yum gözünü,” der, kız gözlerini yumar. “Aç gözünü,” der, açar… Bir bakar ki, ne baksın, bir koca konak… Kızı aşağıdaki odalardan birine sokar derviş… Orada bir pösteki, bir tespih, bir Kuran… Derviş baba oturur, namazını kılar, Kur’an’ ını okur… Ondan sonra, alır kızı, ona konağın her tarafını gezdirir… Sonunda bir kapalı oda gösterir “Sakın bu odayı açma,” der.
Artık derviş baba kızın terbiyesine öyle dikkat edermiş ki, tarif edilmez. Her arzusunu yerine getirirmiş… Ama kızcağız, dervişten başka insan yüzü görmezmiş.
.
Bir gün derviş sokağa gider. Sitti Nusret kalkar, dervişin açma dediği kapıyı açar. Bir de ne görsün, gözünün gördüğü yere kadar, büyük bir mezarlık. Bir taşın arkasına oturmuş, derviş baba, ölüleri çıkarıp ciğerlerini yiyor… Kız öyle korkar ki, ne yapacağını şaşırır. Acele kaçayım derken, ayaklarında gümüş halhallar³ varmış, bir tanesi mezarlıkta düşer. Gelir odasına, oturur bir köşeye, ağlamaktan gözleri şişer. Bir de derviş baba gelir, bakar ki, kızın hali başka…
“Kızım ne oldun? Keyfin mi yok?” diye sorar.
“Bir şey değil, derviş baba, azıcık başım ağrıyor.”
“Halhalını ne yaptın?”
“Bilmem ne oldu…”
“Derviş babanı nasıl tanırsın?”
“Çok iyi tanırım. Namaz kılar, Kuran okur, tespih çeker… Çok iyi bir adamdır,” diye cevap verir kız.
Derviş her Allah’ın günü:
“Halhalını ne yaptın? Derviş babanı nasıl tanırsın?” diye sorar, kız da hep aynı cevabı verirmiş…
Aradan yıllar geçer, kız büyür, on üç, on dört yaşına girer. Bir gün derviş:
“Kızım, der, babanı göreceğin geldi mi? Babanı getireyim mi buraya?”
“Elbet geldi. Getirsen memnun olurum.”
O zaman derviş baba gider, yarım saat sonra kızın babası kıyafetine girer… Tıpkı babası… Koşar, kızını kucaklar.
“Kızım ben senin hasretinle inliyorum. Sen burada ne yapıyorsun? Nasıl rahat mısın? Derviş babandan hoşnut musun?” der. Kız da:
“Babacığım, çok rahatım, çok iyiyim,” der. Hâsılı, derviş kızın ağzını arayıp ne söylediyse, halinden hiçbir şikâyet, derviş babası için bir kötü laf duyamaz.
“Allahaısmarladık, kızım,” der. Kız güzelce babasını uğurlar. Kendisi de içeri gelir, işine gücüne koyulur. Biraz sonra derviş baba görünür.
“Ne yapıyorsun, kızım?” diye halini sorduktan sonra: “Halhalını ne yaptın?” der. Kız her günkü gibi cevap verir. “Derviş babanı nasıl tanırsın?” diye sorar. Kız da gene: “ İyi tanırım…” der. Bu sefer derviş Sitti Nusret’e anasını getireceğini söyler. Kız da sevinir. Ertesi gün olur. Derviş, kızın anası kıyafetinde gelir, kızını kucaklar. Halinden, derviş babasından geçiminden sorar. Kız babasına verdiği cevapları verir… Üçüncü defasında derviş kızın dadısı kıyafetine girer… Kız onu da babasını, anasını nasıl karşıladıysa öyle karşılar. Sorduklarına aynı cevapları verir.
Aradan bir hafta, on gün geçer. Bir sabah derviş baba:
“Haydi, kızım, der, vakit tamam oldu. Seni evine götüreyim.”
Kız da on altı, on yedi yaşına girmiş, dünya güzeli gibi bir kız olmuş… Derviş atına biner, Sitti Nusret’i kucağına alır.
“Yum gözünü kızım” der. Yumar gözünü kız. “Aç gözünü,” der; açar ki bir konağın önüne gelmişler. Derviş kapıyı çalar, kızı evlerine bırakıverir. Kız yukarı çıkar. Anası babası yeniden dünyaya gelmiş gibi sevinirler.
Sitti Nusret, ağır, kâmil, terbiyeli bir kız… Namaz kılsın, Kuran okusun, işiyle gücüyle meşgul olsun… Anası babası kızları gezsin eğlensin diye arzu ederlermiş, kız öyle şeylerden zevk almazmış. Bir gün bütün mahallenin kızlarını annesi davet etmiş.
“Haydi, kızım, sen de misafirlerinle gül, oyna, eğlen…” demiş. Bunları bahçeye salıvermiş. Bunlar bahçede türlü oyunlar yaparlarken, padişahın oğlunun pencereleri de meğer o bahçeye bakarmış, şehzade kızları seyredermiş… Kızlar orada oynamakta olsunlar, bu Sitti Nusret bir ara hemen abdestini almış, ikindi namazına durmuş…
Sonra da, Kuran’ı eline almış, bir ağacın altına oturmuş, Kuran okumuş… Padişahın oğlu buna şaşmış kalmış. Anasına varmış demiş ki:
“Aman anne, bu zamanda böyle kızlar da yetişir miymiş? Anneciğim ben bu kızı alacağım.”
Sultan hanım da bakar, onun da hoşuna gider kızın hali, tavrı, terbiyesi. Ferdası günü olur. Görücü gider, tüccardan kızını Allah’ın emriyle ister. Onlar da: “Şehzadeden iyisine mi vereceğiz?” derler. Söz keserler. Düğün hazırlıkları biter. Kırk gün kırk gece düğün ederler. Artık sarayı içinde bu kız o karda kıymetlidir ki, dil ile tarif edilemez. Şehzade de üzerine titrermiş…
Sitti Nusret bir çocuk bekliyormuş; doğurmasına bir iki ay kala Şehzade, Hicaz’a gidecekmiş. Evde herkesle vedalaşır… Annesinin boynuna sarılır:
“Anneciğim, karımla doğacak evladım sana emanet…” der, bırakır, gider.
Günü, saati gelir, çocuk doğar: tosun gibi bir oğlan evladı. Valide Sultan ne yapacağını şaşırır. Şehzadenin bir elmaslı maşallahı varmış, getirir çocuğun başına takar.
Gece olur, herkes uykuya dalar. Bir de bakar ki, Sitti Nusret, duvar açılır, içinden derviş baba çıkar, gelir, çocuğu alır, götürür. Annesinin ağzına da bir parmak kan sürer, gider. Bir de Valide Sultan sabah uyanır, bakar ki, ne baksın, çocuk yok, annesinin ağzı da kan içinde.
“Çocuğu ne yaptın? Bu ne haldir?” diye sordu, ne söylediyse Sitti Nusretten bir ses gelmez. Kız susar, hiçbir şey söylemezmiş. Gelin Hanım Şehzadenin pek kıymetlisi olduğu için, valide sultan kimselere gördüğünden bahsetmez, herkes çocuğu öldü bilir. Bir sene sonra Şehzade, Hicaz’dan döner. Evine gelir, bakar ki, herkes mahzun mahzun duruyor.
“Anneciğim, neden mahzun duruyorsunuz? Çocuğum nerede?” diye sorar.
Annesi:
“Oğlum, Allah’ın emrine razı değil misin? Çocuk öldü, der. Eh, sen sağ ol, gelinim sağ olsun, çocuk gene olur.”
Neyse, sarayın içine gene eski neşe gelir… Herkes gene işinde, gücünde, eğlenmesinde… Uzatmayalım, gelin hanım gene gebe kalır… Şehzade de her iki senede bir Hicaz’a gidermiş. Gelinin doğurmasına iki ay kala yola çıkar.
Vakti, saati gelir Sitti Nusret bu sefer de bir oğlan doğurur. Valide sultan bu defasında, Şehzadenin bir hamayılı varmış, çocuğun boynuna onu takar. O gece, loğusanın odasından ayrılmaz, gelinin başında oturur, bekler. Gece yarısı, bir uyku basar; çocuk da, anası da uyuyorlarmış, o da şöyle bir uzanayım der… Bir müddet sonra uyanır, birde bakar ki, ne görsün, çocuk yok, gene anasının ağzı yüzü kan içinde… Ne yapacağını şaşırır. Geline sorar, “Çocuk nerede?” diye. Gelin sesini çıkarmaz. Valide Sultan: “Kızım, bu ne iştir? Neden bunu yapıyorsun?” diye söylenir, ama ne fayda. Olanları oğluna söylese, Şehzade karısına çok bağlı, hasta olacak diye korkar… Hâsılı, bu sefer de önceki gibi, “Çocuk öldü,” der.
Ferdası sene Şehzade gene Hicaz’a gider. Bu defa Sitti Nusret güzel bir kız dünyaya getirir. Valide sultan çocuğu kucağına alır… Şehzadenin incili bir çevresi varmış, onu yüzüne örter; kucağında sımsıkı tutarmış, gene korktuğu başına gelmesin diye… Gece loğusanın odasında öyle dururken, bir gaflet basar, gözleri kapanır, içi geçer… Birde gözünü açar bakar ki, kucağında çocuk yok… Gelinin ağzı yüzü kan içinde… Artık bu sefer dayanamaz ağzına geleni söyler:
“Ne olacak, dağda büyüyen kız böyle canavar olur. Artık ben buna tahammül edemem. Şehzadeye her şeyi anlatacağım…” O günden sonra da gelinin odasına hiç uğramaz, yüzüne bakmaz… Günler aylar geçer günün birinde Şehzade, Hicaz’dan döner, hoş beşten sonra, anasına:
“Gelinin nerede? Oğlum nerede?” diye sorar. O zaman kadın:
“Oğlum, der, ne olacak, dağdan gelen yabani insan… Yamyam imiş… Üç tane altın topu gibi evladını yedi. İkisine sabrettim, bu üçüncüsü, tahammül edemedim artık… Bir gün de seni yer. Bunu vaktiyle anasının babasının evine yollayalım. Hizmetçilere inanmadım kendim bekledim odasında. Uyandım, baktım ki, çocuk yok, gelinin ağzı yüzü kan içinde…”
Şehzadenin annesine çok itimadı varmış, sözüne inanırmış:
“Anneciğim, kadere ne denir, başımıza bu da gelecekmiş. Ama benim de sana bir ricam var bu gelini annesine yollamayalım. Aşağıda bir oda verelim orada yatsın kalksın. Hiç yüzünü görmeyelim. Ne yaparsa yapsın…”
Ana oğul buna karar verirler. Gelini aşağı kata indirirler. Gelin gene bir kelime söylemez, sabredermiş… Boynunu büker, yeni odasına kapanır.
Valide Sultan da o günden sonra oğluna kız aramaya başlamış… Vezirin kızını beğenirler. Şehzadeye nişanlarlar… Düğünü hicaz dönüşü yapmaya karar verirler. Şehzade hazırlanır, Hicaza gidiyor… Geldikten sonra da düğün olacak. Evin içinde ne kadar hizmetçi, halayık varsa hepsine düğün için ne istedikleri sorulur, Şehzade, Hicaz’dan hediye getirecek… Herkesin istekleri öğrenilip bittikten sonra oğlan der ki:
“Anneciğim, müsaade edersen aşağı odadakine de soralım. Bakalım ne isteyecek…”
Kalfanın biri kızın yanına girer:
“Bey Hicaz’a gidiyor, geldikten sonra düğünü olacak. Hepimize ayrı ayrı hediyeler getirecek. Sen de ne istersen söyle de sana da getirsin…”
Kız başlar ağlamaya.
“Bana bir tarak, bir kalemtıraş, bir de sabır taşı getirsin…” der.
Kalfa gider, Şehzadeye kızın istediklerini söyler. Oğlan da “Pekala” der, onları defterine yazar, yola çıkar…
Üç ay sonra, Şehzade Hicaz’dan dönüyor, diye müjdeler gelir. Karşılayıcılar gider. Kıyamet, yer yerinden oynar.
Şehzade saraya varır, herkesin hediyelerini dağıtır. Bu kızın emanetlerini de verir…
Hemen düğüne başlanır. Gelin hamamları açılır. Gene şehzade annesine yalvarır:
“Kuzum anneciğim, müsaade et de o kız da gitsin gelin hamamına.”
Halayıklar kıza haber götürürler: “Hadi sende hamama gideceksin,” derler. Kız mahzun mahzun girer hamama, bir tenha köşe bulur, oraya kurna başına oturur. Kalemtıraşı, tarağı, sabır taşını kurnanın taşına koyar. Başlar konuşmaya:
“Ey sabır taşı, der, derdimi sana söyleyeyim, eğer sen sabredersen anlattıklarıma, ben de bunlara da bundan sonra geleceklerde sabredeyim.
“Ben annemin babamın kıymetli bir evladıydım, diye başlar; yedi yıl üstüme kanat gerdiler, beni büyüttüler. Bir sabah bir derviş geldi, beni dağ başında virane bir konağa götürdü. Ben orada yedi sene, anama babama hasret büyüdüm… Ben bunlara sabrettim. Sabır taşı sen olsan sabreder misin?”
Sabır taşı şişmeye başar…
“Nihayet bir gün bir kapı açtım. Orada, bir baktım, ne göreyim, derviş baba oturmuş, bir mezarlıkta ölülerin ciğerlerini yiyor. Ben bu sırrı kimseye söylemedim. Tahammül ettim, sabrettim, oturdum… Sabır taşı, sen olsan sabreder misin?”
Sabır taşı biraz daha şişer…
“Sonra derviş baba beni annemin babamın yanına götürdü. Orada, terbiyemi, halimi, tavrımı beğendiği için, şehzade beni istedi, ona verdiler. Kendimi artık dünyanın en bahtiyar
insanı sanıyordum. Evlendiğimden bir sene sonra bir oğlum dünyaya geldi. Loğusa yatarken duvar açıldı, derviş baba içeri girdi, dedi ki: “Kızım derviş babanı nasıl bilirsin?” “Çok iyi bilirim,” cevabını verdim. Onun üzerine çocuğumu aldı, ağzıma da bir parmak kan sürüp gitti. Kaynanamın türlü acı sözlerine sabrettim. Derviş babanın sırlarını söylemedim. Sen olsan sabreder misin, sabır taşı?”
Sabır taşı gene şişermiş…
“İki sene sonra bir evladım daha oldu. Onu da aldı gitti derviş baba, ona da sabrettim. Derviş babanın sırrını söylemedim. Sen olsan sabreder misin, sabır taşı?”
Sabır taşı hep şişermiş…
“Üçüncü defasında bir kızım dünyaya geldi. Derviş baba geldi, onu aldı götürdü. Ona da sabrettim… Kaynanam, bu sefer, çocuklarımı yedim diye, beni affetmedi, Şehzadeye söyledi. Beni yalnız bir odaya attılar. Anamdan, babamdan sevdiklerimden uzak orada üç sene yaşadım. Sen olsan sabreder misin, ey sabır taşı?”
Sabır taşı artık iyice şişmiş…
“Şimdi şehzade üstüme evleniyor. Canımdan ziyade sevdiğim şehzadeyi ellere veriyorum. Ben bunlara nasıl sabrederim…” der.
Kız sözünü bitirince sabır taşı da çat diye çatlar… Kız hemen kalemtıraşı alır.
“Senin dayanamadığın şeye ben nasıl dayanayım?” der. Karnını kalemtıraşa dayar. Tam canına kıyacağı sırada duvar yarılır, derviş baba çıkar, kızın bileğine sarılır.
“Aferin kızım, der, benim kızım olduğunu ispat ettin. Ben bütün bunları seni sınamak için yaptım.” Yüzünden, gözünden öper; sonra:
“İki cihanda aziz ol, Allah tuttuğunu kolay getirsin… İşte evlatların,” diyerek üç çocuğu analarının önüne bırakır. En büyüğü yedi, ortancası beş, en küçüğü de üç yaşında… Büyük oğlanın başında Valide sultanın taktığı “maşallah”, ortancada “hamayıl”, kızda da “incili çevre”…
Derviş baba:
“Haydi, çocuklarım evinize gidin, ne kadar yemek kazanları varsa, taş toprak doldurun, tabakları çanakları kırın. Kim ne söylerse dinlemeyin. “Biz bey babamızı isteriz. Bey babamız nerede?” diye bağırın ortalığı altüst edin. Haydi, kızım, Sitti Nusret, sen de git odanı aç, merdiven başında şehzadeyi bekle,” der bırakır gider.
Çocuklar gelir, dervişin dediği gibi ortalığı altüst ederler. Aşçı başı:
“Zerde kazanına toprak, pilav kazanına taş doldu. Bu çocuklar kimindir?” diye kıyameti koparır. Çocuklar:
“Biz bey babamızı isteriz,” diye feryat ederler.
İçerde ne kadar tabak, bardak varsa kırarlar, masları devirirler. Valide Sultana haber gider. Gelir bakar ki, ne baksın, ortalık altüst…
“Bu afacan çocuklar kim?” diye üstlerine yürür, bir de ne görsün, oğlanlar tıpkı Şehzade, kız da eski gelinine benziyor; üzerlerinde kendi takmış olduğu, hamayıl, çevre, maşallah… Çabuk Şehzadeye haber yollar. Şehzade kapıdan girerken çocuklar onun boynuna atılırlar.
“Bey babacığım, bu düğünler kimin? Annemiz yukarıda seni bekliyor,” diye bağırırlarmış… Birde Şehzade yukarı çıkar bakar ki, karısı merdiven başında dineliyor.
“Bu çocuklar kimin?”
“Şehzadem kimin olduklarını çocukların kendilerinden sor.”
“Siz nerdeydiniz?” der çocuklara.
“Büyük annemizde idik.”
“Babanız kim?”
“Sen”
“Anneniz kim?”
“Annemiz de işte burada,” derler.
“Bu sır nedir?” diye sorar. Kız da derki:
“Şehzadem anlamadan, dinlemeden bana na-hak yere hakaret ettin. İnsan hiç evladını yer mi? Bizde böyledir adet altı yedi sene çocuklar kızın anasının yanında büyür…4 İşte, bugün vakitleri geldi, göndermişler.”
O zaman Şehzade Sitti Nusret’ in ayaklarına kapanır, af diler… Öteki gelini, dünya ahret kardeşim olsun, diyerek evine gönderir. Karısıyla ömrünün sonuna kadar mesut yaşar… Onlar ermiş muradına…
4 Çocukları, ilk yaşları içinde, analarından uzakta (bazı yerlerde Bedevi-Arap süt ninelere vermek suretiyle) büyütmek âdetine işaret olmalı. Bu gelenek, güney-doğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde eskiden yaygınmış.
KAYNAKÇA :
Boratav, Pertev Naili; Zaman Zaman İçinde, İstanbul: Adam Yayınları, 1958.
¹ Âminler, dualar: Eskiden çocuklar mektebe başlarken yapılan (dualı, âminli) törenlere işaret.
² Sitti: Masalın söylendiği Kilis bölgesinde hanım anlamına kullanılan, aslı Arapça kelime. (Bu kelime bu bölgedeki Arapça tesirini gösteren unsurlardan biridir.)
³ Halhal: Bazı güney bölgelerde kadınların ayak bilezikleri