Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer top oynarken eski hamam içinde. Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın hiç oğlan çocuğu olmazmış. Günlerden bir gün haremi hâmile kalmış. Aradan aylar, günler geçtikten sonra doğum sancıları başlamış. Padişah:
“ Oğlan olursa iyi, kız olursa bütün ebeler, çocuk ve anası cellât” demiş.
Çocuk ola ola bir kız olmuş. Padişaha bir oğlan çocuğunu dünyaya geldi diye haber salmışlar. Padişah müjdeci gelenlerin mükâfatlarını, bahşişleri vermiş. O gün sarayda şölenler verilmiş, şenlikler yapılmış.
Gel zaman git zaman derken, çocuğun sünnet olma zamanı gelip çatmış. Her taraf donanmış, her köşede şenlik başlamış. Dört bir tarafa ulaklar salınmış “Şehzadenin sünnet düğünü var” diye. Her bir taraftan, haberi duyan, harekete geçip gelmişler.
Tam bu sırada. Sultanla kızı telâş almış “Ne yapalım. Ne yapalım?” diye. Derken kızın aklına şu fikir gelmiş:
“Anne nasıl olsa bu olacak. Ebelerin senin, benim asılmam mukadder. Bu canların kurban olmasına dayanılmaz. En iyisi ben sizden ayrılayım. Siz benim ayrılığıma dayanın. Yalnız bana hemen tülü bir kürk hazırlayın,” demiş.
Kürk derhal hazırlanır. Bir çantanın içine konur. İçine ayrıca yiyecek de koymayı unutmazlar. Sünnet günü gelip, çatınca; çocuk çantayı alıp arkadaşlarıyla oynamak bahanesiyle, yola çıkar. Deniz kenarına varınca oynamaya başlarlar. Çocuk tam zamanını kestirince, eline büyük bir taş alır ve denize atar. Taş “Cum!” diye denize düşünce çocuklar: “Şehzade düştü!” diye bağrışmaya başlamışlar. Kara haber vakit geçmeden saraya ulaşır. Sarayda bir telâştır başlamış. Dalgıçlar getirtilip denize daldırtmışlar. Fakat nafile. Denizin her tarafını karış karış aramışlarsa da bulamamışlar. Ağlaşıp günlerce yas tutarlar.
Gelelim kıza: Kız denize taşı atar atmaz, tülü elbisesini üzerine giymiş, ormanlar arasına doğru yola çıkmış. Şehir dışında ormanlığa oradan da başka ormanlara karışmış. Ormanda hayvanlarla arkadaş olmuş hayvanlarla gezer, hayvanlarla yer, içermiş.
Günlerden bir gün Beyoğlu, maiyetiyle beraber avlanmaya çıkmış. Bir müddet at koşturup maiyetinden ayrılmış. Önüne gelen ilk ormanlıkta avlanmaya başlamış. Ağaçlar arasını dikkatli dikkatli gezerken karşısına gayet parlak tülü, bir mahlûk çıkmış. Bu göz kamaştırıcı mahlûk Bey oğlunun önünde hoplayıp, oynamaya başlamış. Beyoğlu tutayım demişse de bir türlü ele geçirememiş.
Ertesi gün Beyoğlu tekrar ava çıkmış. Aynı ormana. Aynı mevkiye gelince kürklü mahlûk tekrar karşısına çıkmış. Oynayıp zıhlamaya başlamış. Beyoğlu tutmak için tekrar uğraşmış ise de muvaffak olamamış. Ama kürklü mahlûku sevdikçe sevmiş. Eve dönünce, anasına başından geçenleri anlatıvermiş.
“Anacığım, anacığım! Karşıki ormanda tülü bir hayvan gördüm. Öyle güzel ki gözlerim kamaştı. Tutmak için ne kadar uğraştım ise de bir türlü tutamadım. Vurayım mı, vurmayayım mı?” demiş. Anası da:
“Benim güzel oğlum. Aman vurma. Yazık olur. Tutmaya çalış, nedir kim bilir,” demiş.
Beyoğlu üçüncü gün tekrar gitmiş. Tülü mahlûk tekrar karşısına çıkmasın mı? Uğraşmış uğraşmış, yine tutamamış. Bir gün böyle, iki gün böyle derken günlerden bir gün ele geçirmiş. Eve getirip anasına teslim etmiş. O gün Tülü’ye bir oda bir de yatak hazırlanmış. Beyoğlu Tülü’nün yanından ayrılmaz olmuş Tülüm Tülüm der de başka bir şey demezmiş.
Anası onu, Tülü’nün yanından ayırmak istemişse de muvaffak olamamış. Etmiş edememiş oğlunun arkadaşlarına gitmiş:
“Aman benim oğlumu ne olur, biraz başka yerlere götürüp eğlendirin. Değilse bu Tülü’nün yanında ölecek,” demiş.
Bir gün bir kentte düğün başlamış. Beyoğlu’nun arkadaşları Beyoğlu’nu düğüne götürmek için uğraşmışlar. Fakat o, kabul etmezmiş. Nihayet arkadaşlarının kati ısrarına dayanamayıp kabul etmiş. Ama bir taraftan da öfkelenmiş. Ağzındaki takımı yere çarpıvermiş. Takım yere düşünce parça parça olmuş. Yola çıkmışlar.
Kız hemen kürkünü çıkarıp, güzelce giyinmiş. Onlardan önce düğün mahalline varmış. Bir sandalyeye kurulup, Bey oğlunu beklemeye başlamış. Biraz sonra da Beyoğlu gelmiş. Gösterilen yerlere oturmuşlar. Kahveler içilirken Beyoğlu etrafa göz gezdirmeye başlamış ki, gözüne birden, sandalye, üstünde oturan kız ilişmiş. O kadar güzelmiş ki. Beyoğlu’nu yakmış vurmuş. Dayanamayarak gidip kim olduğunu sormuş. Kız da gülümsiyerek cevap vermiş.
“Takım kıranlar mahallesindenim. Yakında gideceğim. İsterseniz bugün akşam bize buyurun da konuşalım,” demiş.
O gün eve dönmüşler kız onlardan önce eve dönmüş ve eski elbisesini giymiş. Beyoğlu anasına gelip:
“Anacığım, anacığım. Düğünde öyle güzel bir kız gördüm ki, ondaki güzellik dünyada yok. “Akşam gel de konuşalım.” dedi. Takım kıranlar mahallesindenmiş” demiş.
Akşam olur. Takım kıranlar mahallesi sorulur. Fakat bir türlü bulunamaz.
İkinci gün, düğüne gitmek için Beyoğlu’nun arkadaşları yanına gelirler. Beyoğlu yine gitmek istemez. O kadar ırar ederler ki… Öfkelenir elindeki altın saati yere atar. Saat yere düşünce parçalanır. Yola çıkarlar. Kız onlardan önce düğün yerine gelir. Aynı sandalyeye oturur. Sonra da Beyoğlu ve arkadaşları gelirler. Bakarlar ki kız yine ayni yerde oturur. Beyoğlu şaşkın şaşkın kızın yanına gelip:
“Affedersiniz akşam sizi bulamadım,”deyince kız:
“Hıh “demiş. O! … “Biz takım kıralar mahallesinden ayrılalı çok oldu. Biz artık saat kıranlar mahallesindeyiz. İsterseniz akşam buyuruverin, konuşuruz “demiş.
Bu sırada beyoğlunun anası da kızın yanına gelir:
“Kızım ne olur; bir de bizim eve siz buyuruverin. Oğlum senin için yanıp tutuşuyor,” demiş. Kız ise:
“Hanım Teyze ben saat kıranlar mahallesindeyim. Akşam buyurursunuz da konuşuruz. Yakında oradan da ayrılacağım,” demiş.
Eve dönerler. Kız onlardan önce eve gelmiştir. Akşam tekrar tellâllar çağırtılır. Ne yazık ki saat kıranlar mahallesi denen bir mahalle bulunmaz.
Son düğün günü arkadaşları tekrar gelip Bey oğlunu düğüne götürmek için ısrar ederler. bey oğlu öfkelenerek, cebindeki sigara tabakasını yere fırlatır. Tabaka kırılır.
Hareket ederler. Düğün yerine varınca bakarlar ki kız yine aynı yerde oturuyor. Kızın yanına bey oğlu varıp.
“Dün seni çok arattım. Bir türlü saat kıranlar mahallesini bulamadım,” diye serzenişte bulunur. Kız ise:
“O! Efendim biz, saat kıranlar mahallesini terk ettik. Ben şimdi tabaka kıranlar mahallesinde oturuyorum. Arzu ederseniz akşam buyurabilirsiniz. Yarın sabah gideceğim,” demiş. Bu sırada Bey oğlunun anası tekrar gelir:
“Ah kızım yapma! Ne olur. Bugün bize buyurun. Oğlum seni çok istiyor.”
“Sağ ol hanım teyze. Zahmet olmasın siz bize buyurun. Tabaka kıranlar mahallesi diye ararsınız” diye cevap vermiş.
Düğün biter. Herkes evine döner. Kız onlardan önce eve döner.
Akşam olunca tabaka kıranlar mahallesi araştırılır. Yine bulunamaz. Ne tabaka kıranlar mahallesi var, ne de kız…
Oğlan tekrar Tülü’süne dönmüş. “Tülüm geldi. Tülüm gitti” demeye başlamış. Akşam sabah Tülü’nün odasına yemekler konurmuş. Biraz sonra bakarlarmış ki yemekler yenmiş.
Tabaklar yıkanıp silinmiş. Bir gün böyle iki gün böyle, derken oğlan artık sabırsızlanır. Gider bir kocakarıya. Olanları olduğu gibi anlatır. Koca karı:
“Oğlum sen onu takip et” der.
Odaya yemek konunca bey oğlu da Tülü’nün ne yapacağını anahtar deliğinden seyreder. Kimsenin olmadığını kestiren Tülü de üzerindeki kürkü atar. Bütün güzelliği ile bir kız ortaya çıkar. Yemekleri yer. Tabakları yıkayıp siler Tam giyineceği sırada Beyoğlu kapıyı açıp kızı “Sen miydin O” diyerek kucaklar. Kız da:
“Benim” der. Kız başından geçenleri olduğu gibi anlatır. Oğlan:
“Ya o düğünde oturan kız kim idi?” der, Kız:
“Benim” diye cevap verir.
Tekrar kucaklaşırlar. Kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenirler. Düğün bitikten sonra kız:
“Babamın yanına gidelim. Her şeyi ona anlatalım. Bizi affetsin” der.
Günlerden bir gün padişahın huzuruna varırlar. Kız her şeyi, babasına anlatır. Babası da onları affeder. Ayrıca Padişah ta şölenler vermiş. Şenlikler yaptırmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
DERLEYEN :
Hüsnü YILDIZ
KAYNAKÇA :
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1956, sayı: 89